22 Ekim 2008 Çarşamba
durmayan blog!
http://stoptheraininginmyhead.blogspot.com/
her gün bir doz almalı derim. benim gibi...
ying yang bozuk para çantası!
ying yang felsefesi malum herkes bilir; her iyiliğin içinde bir kötülük, her kötülüğün içinde bir iyilik vardır. siyah içinde bir beyaz, beyaz içinde bir siyah nokta... işte bunu bir bozuk para çantası çekline çevirmişler.
***

10 Ekim 2008 Cuma
gülten'in "üç maymun"u

alternatif var mısın yok musun diyalogları -2-

-75 bin ytl'ye var mısın yok musun?
+varlık içinde yokluk çekiyorum.
-...
---
-şaziye, seni açtırmak istiyorum.
+açtırma kukuyu, söyletme kötüyü!
-yahu kutuyu diyorum...
+kutuna koyarım, eline veririm!
-deli mi ne ya?
+kırmızı hissediyorum acun beeey.
---
-12 bin ytl'ye var mısın yok musun?
+hımm, düşünüyorum...
-öyleyse varsın!
+ama acun...
-varım diyooooor!
(alkışlar)
-(içses)ulan yine ucuz kurtardık bugün de.
(argo, delibozuk yaklaşımlı ikinci diyalog için özür; ama mizahta biraz argo iyi gidiyor be:)
neye göre batı?
-bizim batımızda diye batı diyoruz ama onlar da kendine batı mı diyor?
+kesin olarak onlar kendilerini batı addeder, hatta "batı paktı" kurulmuştur.
hocanın sözünü bitirmesiyle ben fikrimi paylaştım. bence "batı",

oysa tam tersi de doğru değil mi? bizim batımızda avrupa,

burada "güneş ilk oradan doğuyor, onun için en doğu japonyadır" demek de doğru bir önerme gibi görünse de şu var: güneşin gördüğü ilk meridyen neden orada belirlendi? uydurulan harita kılıfına bir de kuş kondurup katmerli bir hale getirmiş olmazlar mı?
dünya küresel ve güneş etrafında dönen bir yapı olarak kaldığı sürece... yani köşesi kenarı olmadıkça... ve ispatlanmış gerçeğe göre sürekli batıya doğru yürünürse aynı noktaya gelineceğine göre... doğu neye göre doğu... batı neye göre batı?
(dip not tavsiye: benzer kelimeler, batı bildiğimiz yerle ilgili ayrıntılar... göz ucuyla kapağına bakmalı, derinlemesine okunmalı: Hangi Batı, Attila İlhan)
28 Eylül 2008 Pazar
neyi beklediğini değil, sadece beklediğini bilmek
ama hayata karşı atılan her içten kahkaha, yolunda gitmiş sürülerce ufak gelişme barındırır bünyesinde. kelimelerle paylaşılamayan o büyük mutluluk da patlayarak aşarken bedenin tutsaklığını, en duygu dolu paylaşıma dönüşür: kahkaha olur.
ama bazen tüm bu uf

işte neyi beklediğini değil, sadece bekliyor olduğunu bilmek, çaresizliğin içinden sana bir el uzatacak her şeye razı her şeye esir olmaktır bir an içerisinde. ve bu durum öyle bir beklentisizliktir ki; ne kadar beklemek istediğini bile bilememektir. öylece oturmak, öylece düşünmek, öylece dört duyuyu dış dünyaya aralayıp tetikte kalmak, ve öylece hareket etmek bile istememektir...
20 Eylül 2008 Cumartesi
sucu çocuk... iki yıl arayla...

içecek satanlar o kadar çok ki, site site bölgelere ayrılmışlar, gidip geliyorlar o kısımda. bu nedenle her gün sitesindeki yazlıktan çıkan hep aynı seyyar satıcılarla karşılaşıyor. küçük büyük bir sürü çocuk görüyor insan elinde mavi termoslarla ya da mısır tencereleri ve tuzluklarla.
su satanlardan biri diğerlerinden farklı; "su yalii, kola yaliii" diye bağırıyor. hepimiz merak içinde soruyoruz yanımıza çağırıp "ya bu yali'den bi tane versene çok merak ettik." diyoruz. çocuk "su geldi" dediğini ama kelimenin söyleye söyleye biraz dğeiştiğini söylüyor. sanırım bağırırken "yali" demek daha kolay. gülüyoruz ona, o da bize gülüyor. birer su alıp, bir de fotoğrafını çekip "hayırlı işler" diyoruz. sonraki günler bizim gibi "yali" meraklılarıyla yine karşılaşıyoruz, bu merakın yaptığı reklamla satışlarının arttığını görüyoruz. çocuk keyifli, çocuk mutlu, güzel güzel gülüyor daimi... biz de fotoğrafına bakarak gülüyoruz.
büyümek zorlaştırıyor hayatı, yükler artıyor. eray'ın mavi termosu bir boy daha büyümüş, termos öncekinin iki katı yük alıyor artık ama eray o kadar büyümemiş ki. ama şimdi çalışacak ki liseyi okuyabilsin. ama umudunu, gülüşünü kaybetmedikçe, abilerinin yolundan ilerleyip eski tarlalarının üzerine inşa edilen sitelerdeki iki evi kiralayıp onun kazancıyla geçinmeyi seçmedikçe hayatta ilerleyeceğinden eminim.
umarım o da umut eder benim onun hakkında umut ettiğim gibi... umut etmek güzel şey.
16 Eylül 2008 Salı
karamazov kardeşler pide ve kebap salonu
+ abi edebiyattan sonra böyle bir işe girmeleri kötü oldu
- öyle deme nuri çok güzel beyti yapıyorlar.
malum ülkemizde x kardeşler hep pideci olur, kebapçı olur.
madem ki bir kere yola çıkılmış bu noktadan, bir tane de ben ekleyeyim dedim:
-bana tek adana dürüm karamazov.
+buyur hemşerim, 5 ytl.
-yalnız benim param-az-ov.
+o zaman adana ne yok!
-sizin adamlığınız da yaramaz-ov.
+yürü git, adamın asabını bozma be!
-zaten burda bir dakika daha kalamaz-ov.
namık'la pavyon kültürü, ivedik'le tur at!
şahan diyor "murat koyum da tur at" diye, herkes yaşına bakmadan kahkaha atıyor. ben utanıyorum o esprilere, herkes gülüyor. şahan el hareketleri yapıyor, ben utanıyorum türbanlı ablalar birbirlerine ekranı gösterip gülüyor.hani bizdeki o edep duygu falan filan? ne türbanlısı utanıyor, ne sarıklısı, ne de entel kılıklısı...
biz resmen namıkla başlayan ankara pavyon kültürünün üyeleri olmuşuz. "ne kadar sallarsan salla..."
şikayetim sadece recep ivedik değil yani, git gide kültürümüz laçkalaşıyoruz. Bu neden kaynaklanıyor peki, cahillik mi? araştırılması, incelenmesi gereken bir tez konusu doğrusu...
15 Eylül 2008 Pazartesi
en yalın hali: Mustafa

14 Eylül 2008 Pazar
İstanbul Sokakları: 101 yazardan 100 sokak

1 Eylül 2008 Pazartesi
insan güçlendikçe yalnızlaşır
büyüdüm. büyümenin tadıyla büyüme aşkı alevlendi yüreğimde. alevlendikçe küçüldü yüreğim. düşüncelerim sadece başarıyla ulaşılan kolaylıklar oldu. anlam dolu tebessümler değilmiş güzel olan, herkesin duyduğu ve imrendiği kahkahalarmış, onu anladım.
büyüyordum hala. adım da benimle büyüyordu. sevgiler küçülüyordu yerini tutkular alıyordu artık. sevgili gitmişti sevgililer gelmişti her gün

kocaman oldum. devasa evimin birinden birine ulaşılmayan duvarları arasında dünyayı yaşıyordum. adımı duyurmaktı hayattaki tek amacım, adım yaptıklarım duyulup ben örnek alındıkça kalıcılaşacaktı. unuttum o eskilerde kalmış hayali hatırlayabildiğim tebessümlerimi. kimsecikler kalmamıştı bana ben olduğum için gülümseyecek. zaman ayırmadığım eski dostlar kırık kalplerle ayrılmışlardı yüreğimdeki köşelerinden gizlice. bense yeni görüyordum. ama param vardı, ve param için yanımda olan kahkaha dolu adamlarım. hahhaa yenilmezdim ben. kimse yıkamazdı beni! güçlüydüm, her şeyim vardı.
ama yalnızlık yıktı işte devirdi beni delice. kimsenin yapamadığını "kimsecikler" yaptı! dert anlatacak, tebessüm edecek, okşayacak sevgiler görememezliğin ne acılar armağan ettiğini gördüm. paradan başka dayanacağım bir duvar, bir kale kalmamıştı artık bende.
ve bu yazıyı utanmadan yazdım. çünkü yüreğim yok artık, ben bir hiç oldum.
böyle bir şey işte: güçlendikçe çiğnediklerim arasından, unuttuklarım arasından teker teker silinmekle, utanmaz bir yalnızlık oldum..
eti puf kabının insanı krize sokması

kantinlerde para üstü olmadığı için verilir çoğu zaman. ya da can çekmiştir bir adet eti pufcan.
neyse puf alınır. zaten küçücüktür, tatlı açlığını nasıl doyuracak diye kendine acırcasına kabının suratına bakılır. sonra yandaki kabını açma şeridi yakalanır ve çekilir usulca puf kendini sahibinin ellerine bıraksın diye.
o arada jelatin ikiye ayrılır: bir kısmı kişinin elinde kalır; şeffaf kısmı da pufcan ı himaye altına alır, ona dokunmana izin veremem dercesine.
sinirlenir sahip, tırnağını sokmaya çalışır kabın üzerinde kalan avukat kesilmiş jelatine. sinir kafasına vururken puf kabının plastik kısmı yamulur avuçlarının içinde ve puf ezilir büzülür içinde. bakar ki eve gidene kadar bu manyağı yemek imkansız. zaten canı iki dakika tatlı çekmiştir: ağzından sular akarak pufa göz dikmiş sahip, eve ulaşana kadar gözünü puftan ayırmazcasına tonlarca sinir ve heyecan depolar, kapıyı açtığında da telefon rehberinin yanında gördüğü o ilk kalemi kavrayarak atlar o savunmacı puf jelatininin üzerine! bazen kalemin ucu kırılır; ama bazen ezik büzük olmuş puf, gözler önüne serilir korumasız ve çıplakça. istediğin gibi ye şimdi güzelim, istediğin gibi ye bu kadar nazla başa çıkabilmenin ardından, zafer almışçasına..
22 Ağustos 2008 Cuma
uzayıp giden tren yolları

düş denizinde dinlenmek... enise teyze... ve kıssadan hisse...
öyle anlardan birindeyim. anlatacak çok şey var ama halen ne nasıl anlatılacak, birbirine nasıl bağlanacak ve nasıl bir sonla bitecek; belli değil kafamda. onun için sonuncuyu çalakalem aktarabilirim düşüncesiyle aklıma geldiği gibi yazıyorum. giriş, gelişme, sonuç hak getire...
(...)
Oğluna daha sonra bilgisayar ve internetle ilgili şeyler göstermiştim bu yaz başında. aslında oğlu dediğim babamın okul arkadaşı, ümit amca. ama o herkesin görüşlerine değer veren ve yaşı değil başın içindekini önemseyen biri olduğundan o öğrenci olmuştu ben hocası. internet hocalığı için evlerine her gittiğimde de sıcak bir karşılama vardı. birlikte yemek de yenik enise teyzeyle hep. "benim şekerim var, beni yerime de at çayına" diyordu, dört çaydan az içirmiyordu. babannem gibi zoraki yediriyordu vallahi. "sık sık gel" diyordu. "bak ne güzel oturuyoruz böyle" diyordu.
gönlü geçmeyenlerdendi enise teyze de. ayaklarındaki kireçlenme nedeniyle her ne kadar yürümesi güçlesse de üçüncü kattaki asansörsüz evinden iner, oğlu ümit amca arabayla günlere götürürdü.
hala her şeyi dün gibi hatırlıyordu. böyle geçmişi hatırlayan, gördüğü kişinin dedesine kadar seceresini çıkaran bir onu, bir de babannemi tanıdım. bir kere babannem gördüğü altmış yaşlarınca bir amcanın lakabını söylemesi üzerine "sen şunun oğlu musun" demişti. adam "en küçük oğluyum" deyince de "vaa, sen şunun oğlu memet miydin?" deyip doğru cevabı bulmuştu. zehir gibi bir hafıza. enise teyzedekinin bir örneğiydi bu da. bu yüzden ikisini de videoya kaydetmek istiyordum. onlar anlatsın geçmişimizi, doğduğum yeri, yaşadığımız çevreyi... çünkü ikisi dışında geçmiş anlatabilecek yaşa ve hala kuvvetli bir hafızaya sahip kimse yok çevremde.
bunun için özellikle istiyordum bir kamera bulup bunu gerçekleştirmeyi. ama olmadı maalesef. geç kalmanın, yapmak istediğim işi ertelemenin pişmanlığı var üzerimde. çünkü enise teyze geçen perşembe felç geçirdi, hafta içi yoğun bakıma alındı, 20 ekim çarşamba sabaha karşı hayata gözlerini yumdu.
geç tanısam da çok sevdim enise teyze'yi. allah rahmet eylesin...
(...)
daha çok kendime ait bir şeyler oldu. ama her ailenin, çoğu kişinin böyle yakınları yok mudur? ölünce daha bir kıymete biner, ne kadar az konuşulduğunun farkına varılır. kıssadan hissesi de oldu bu metnin işte... bugünün işini yarına bırakmamak gerek... yaşlıların kıymetini bilmek gerek...
19 Ağustos 2008 Salı
sevgilisi olanlar, muhakkak okuyun..

erkek kişisine öğütler:
- her şeye evet deme, her zamanki gibi aklını kullanmaya devam et.
- kızlar saçma sapan her şeye kırılmaz. kırılacaklar diye sürekli özür dileyip durma. çok sinir bozucu olursunuz.
- nazlara aldanıp geri çekilmeyin her zaman. üstüne gidin azıcık, kızlar severler kendine güvenen erkeği. onu etkilediğinizi bilin isterler.
- adıyla hitap edin arada bir. öyle her zaman aşkım, aşkitom, tatlişim vs.. sevgilinin tatlı yanı olduğu gibi erkekçe hitap eder yanı da olmalı arada bir. adını öyle bir söyleyin ki ondan ateşli ya da romantik bir şeyler isterken, omuzlarını kaldırsın istemsizce yukarıya, ve ruhunu size verdiğini hissederek göğüslerini kabartsın.
- espri yapmaya, sürekli güldürmeye çalışmayın. o zaman palyaço olursunuz. arada geldiğinde çıkan espriler daha kaliteli olacaktır. ayrıca çok sulu olmanın zararı vardır. hiçbir zaman ciddiye alınmamak gibi.
- arada bir emir verir gibi kurun cümleleri. "şimdi şunu yap. hadi uslu ol ve yap." tamam diyecektir engel olmaya çalışmıyorsa kendine, yapacaktır dediğinizi.
- "öyle tanıştık daha birkaç ay bile olmadı. ama kızı eve çağırdım." iyi halt ettin çatlakkk! "bakalım gelecek kadar basit mi" ulan, sen çağıracak kadar basit misin??!! durup dururken neden onun sana "onun bunun eti olmuş bu" gözüyle bakmasına neden olmak istiyorsun? erkek dediğin basit olmamalı, sakince istediğini alırken, her isteyene kendini vermeyen, kişilikli biri olmalı. özel olmak istiyorsan, basit bir mal olmadığını göster ona. kolay elde edilebilir olmadığını, ona kendini kaptırarak ona özel olduğunu anlatabileceğin kadar zor biri ol...
kadın kişisine öğütler:
- ilerde artık bıkıp kabul edemeyeceğin "tamam aşkım, senin istediğin gibi olsun"ları en başından yapmayın. en başından her şeye tamam dersen, onu öyle bir alıştırırsın ki, hem bir daha tarafınızdan hayır denilmeyi kaldıramaz. hem de önceden tamam deyip sonradan reddettiğiniz yasaklar, tatsızlığı olur aşkınızın. en başından delikanlı olmak gerek.
- nazın bokunu çıkarmayın. öyle yaparsanız, zamanı gelip de gerçekten istemediğiniz bir şeyler oluyor olduğunda, söylediğiniz "hayır"ınız, naz sanılır, ısrar baş gösterir. size bir şey olacağından değil, ilişkiniz zede görür.
- sevgilinizle gerçekten güzel ve paylaşımcı bir ilişki içindeyseniz, her şeyinizi paylaşın. hem güç vereniniz olacaktır. hem de erkeğiniz olmanın gururuyla sizi sıkıntılarınızdan kurtarmayı eskisinden daha büyük bir tat görerek, hayatınızın büyük kısmına sizi yerleştirecektir.
- suratına telefon kapatmayın! onlar o kadar kolay anlayamazlar düşündüğünüz incelikleri. sinirlendiğinizde sabırla anlatmayı deneyin. bir kez değil, iki kez değil. her sorunda. tabii aynı sorunun ikinci defa tekrarlanmasından bahsetmiyorum. ama anlatın, hem paylaşımın hem de uzlaşabilmenin aranızdaki ilişkiyi ne kadar gerçekçi ve canlı tutacağına bakın sonra da...
- istediklerinizi yaptıramadığınızda, o kadar sert bir uğraşa rağmen yaptıramadığınızda, size tanrı nın bir lütfu olan tatlı dilinizi, şeker davranışlarınızı kullanın. tatlı omuz hareketlerinizi, olduğunuz yerde şirin hareketlenmeler yapışınızı... ama çemkirmeyin. bağırarak değil. bir cümleyi defalarca kullanarak değil. özneyi yüklemi yerini değiştirip değiştirip kurup, adamın canını sıkarak değil.
iki kişiye de öğütler:
- anılarınızı, konuşmalarınızı arkadaşlara anlatmayın. bu yapılan "özel" hayata "genel" saldırıdır.
- sevgiliyi düşüncenizin noktasına çekmeye çalışmayın. geliyorsa gelsin önünüze zaten. gelmiyorsa yönelmeyi bilin. bazen de en güzeli olur, ikiniz de birbirinize yönelir, ortada buluşursunuz. aşk yarış değil unutmamak gerekir. inatla bir yere gelinmez. hayat paylaşımı uzlaşma gerektirir. anlaşamadığınız noktalarda ayrı ayrı ilerleyip hayatları ayrı ilerleteceğinize, ortada bir noktada buluşmasını bilin.
- birbirinizin sahibi olmaya çalışmayın. birbirinizin olmaya çalışın...
yok oluş

yine oturma odasından sesler yükseliyordu birbirinin içine geçen. canıma tak etmişti her şey karanlık odada yüreği sıkışmış ufacık bir ben için. yürümeye başlamıştım evin uzun koridorunda sessiz ve sakin. oturma odasının kapısının buzlu camından dışarı süzülen ışığa doğru ilerlemeye başlamıştım. Çığlıklar da eklenmeye başlamıştı hırçın seslerin arasına. bense terliğimin fayansta çıkardığı tıkırtıya adapte olmaya çalışıyordum.
yaklaştıkça televizyon girmeye başlıyordu ufak hıçkırık aralarına. Çığlıklar genizden geliyordu, haykırışlar hırslardan akıyordu oturma odasına ve ağlayışlar yüreklerden kopup gelirken benim yüreğimi de koparıyordu pervasızca.
sert, kalın bir ses duyuyordum önce üst komşunun bile duyduğuna emin olduğum. alınan nefes aralarına annemin hıçkırıkları giriyordu güçsüz ve sinmiş. televizyonda magazin programlarının şen müzikleri eşlik ediyordu annemin hıçkırıklarına ve ortamın kanlarına bulanmamı da önlüyordu bu aynı zamanda.
ben yaklaşıyordum ışığa. uzun bir gölge vuruyordu oturma odasından koridora, babamın gölgesiydi bu benden beni aktıran. işığa neden ilerliyor olduğumu bilmiyordum ama ayaklarımda hiçbir tedirginlik yoktu beni durdurmaya çalışan.
tanınmayan bir şakırtı geldi o arada, ve ardını süsleyen genizden kopmuş bir haykırış. hıçkırıklar yoğunlaştıkça koridoru, ben boğuluyordum.
o an ilerlediğim noktaya beslediğim amacı anlamıştım işte. babamın gölgesi, buzlu camdan benim üzerime düşüyordu şimdi, benim gölgem de dış kapının üzerine.
bir haykırış daha koparken açtım o kapıyı, gölgem apartmana uzanan pis yere yapıştı. bir sonsuzluk indi derinliklerime. karanlığın sınırsızlığını gördüm dışarıda. ve içeride ailem dediklerimin yaşattığı karanlığa gömüldüm.
tek bir adım, ve gerisi geldi. buzlu cam çok gerideydi artık. yakın olansa soğuğun kesişiydi karanlık geceyi.
sokakta sadece ayak seslerim ve ben varken söylüyordum bu cümleyi: işte yok oluş bu..
işte yok oluş, bu..
***
16 Ağustos 2008 Cumartesi
kabuk, yürek, soğan, lens, çorum, ordövr, mozaik pasta, menekşe, vapur, dalga

bu eğlenceyi çok seven ve bağlanan üçüncü kişi yazarkasa oldu. onunla yaptığımız denemelerden biri işte burada:
kelimeler: kabuk, yürek, soğan, lens, çorum, ordövr, mozaik pasta, menekşe, vapur, dalga
uyur yazar'ın hikayesi:
kabuk bağladı artık tüm yaralarım. yüreğimin dışı artık taş gibi kenetli. taze soğanların kuruya dönüşmesi gibi yüreğim kurudu, sustu. o kururken gözlerimden inciler dökülür oldu lenslerime rağmen. çorumlu bir kız demişti oysa: "hayat bir ordövr gibidir, her şeyden tatmalısın. ama aşk o tabakta hiçbir zaman olmayacak mozaik pastadır." dinlemedi; bilemedi yüreğim, bedenim, altları mor menekşeye dönmüş uykusuz gözlerim. kendime uygun bir sakin liman bulamamış vapur gibiyim. dalgalanıp da durulamayan, hep koşmaktan yorulan...
yazarkasa'nın hikayesi: yolda yürüyordum soğuk kışın ortasında kestanemin kabuklarını yan tarafımdaki ırmağa fırlatırken. hiç de çevreyi kirletmezdim önceden, yüreğimin kırıklarını o ırmağa attığımı düşünmezken. kavga ettiğimiz o an geliyordu gözümün önüne; ağlamaktan gözlerimin şiştiğini anlamasın diye acı bir soğan doğrarken. ağlamayı kestiğimden beri lenslerim acıtıyor gözlerimi, belki de sırf kalbimin acısını unutayım diye bilinmez ki. ama sadece onunla bir kez daha konuşabilmek için çorum a geri dönmek istiyorum. o özel günde ona hazırladığım harika yemeğin daha tadına bile bakmadan, daha mumları yakmış ve tariflerini yan tarafımızdaki lokantadan yüksek bir miktar karşılığı zor satın almış olduğum ordövr lerimi özene bezene hazırlayıp masaya daha yeni koymuşken, neydi üzerime atlayışı aniden, neydi onu etkisiz hale getirdiğimde sarfettikleri.. sakin olmasını, neden beni öldürmeye kalkıştığını sakinleştikten sonra anlatmasını isterken, o en sevdiğimin, o sabahları onun için uyandığımın neydi iki gündür bisküvisini kırmaya uğraştığım mozaik pastayı yüzüme fırlatarak evden kaçışı.. geri döndüğümde, ona bunun nedenini sorarken bana karşı dürüst olacak mı, yoksa tekrar öldürmeye ya da kaçmaya mı kalkışacak diye arada kalmış ulaştığım limana bakarken bahçedeki menekşeler umut doldurdu rengarenk çiçekleriyle içime. ve dönmeye karar verdim ilk vapura yanaşarak anadolu yakasına geçmek üzere. yolculuğuma başladığım anda dalgaların şiddetle beni içine almak için çabalarına yükselişlerine yenik düşerek aktım denizin derinliklerine ve geldim işte, o uğruna yaşadığım bile beni öldürmek isterken neden ayakta durmalıydım ki..
15 Ağustos 2008 Cuma
biz büyüdük ve kirlendi dünya
eve dolan kusursuz sıcaklıkla canlanırdı ruhumuz. dört dolanır, kahkahalar atarken evin içinde; camın önüne koşardık dünyanın genişliğini ve ürperticiliğini çekmek için içimize.
elimizi dokundururduk camlara, ayalarımızı dayayıp öyle dalardık uzaklardaki bilinme

sonra biri gelirdi içerden. annenin sesiydi bu. yine camlarını kirletmiştin, ona kızmaya gelirdi. güneşin çekici parıltılarını ve eve atılışına kusur katardın parmak izlerini kazıdığın camlarla. çekerdin elini annen bağırınca. dünyanın bilinmemiş yerlerinden, daha hissedilmemiş duygularından, daha içine akmamış tatlarından meraklarla dolarak, sanki dünyadan elini eteğini çekermiş gibi, çekerdin elini sihirlerinle dolu o camdan.
o camlar tekrar silinirdi büyük zorluklarla sonrasında. kusursuz parıltılarla evi aydınlatmak için bir baş dönmesiyle yere çakılabilme ihtimallerinde, silinirdi o camlar itinalar eşliğinde.
sonra büyüdük. küçüklere, ardında keşfedilesi tatlar olduğunun sihriyle büyülenmiş miniklere; elini çek diye kızan, bizler olduk.
doğru ya; ne gerek vardı küçücük dünyamız evimize, içeri sızan iki kuruş parıltıya lekeler bulaştırmaya! temizlemek için sonra, ne tehlikelere katlanıyorduk..
camın kenarına uğradım bugün o kadar yıldan sonra; belki de dışardaki derinliklere saklı onca acı, onca acımasızlık, onca aldatışı hissederek; evimize o acımasız toprakları okşadıktan sonra uğrayan ışıkları engellemeye çalışıyordum o zamanlar..
şimdi de küçük küçük her karanlığın yüreğimi istila ettiği, ufacık tebessümlerle yaralarımı gizlediğim şu hayatıma, bundan daha zayıf bir parıltı vurursa yaşayamam diye, camlarımı kusursuzca temiz tutuyorum. duvarlarıma bulaşmış acıyla yanaklarımı okşayarak akıp giden her soğuk acının odaya kazıdığı karanlıkları, biraz olsun gizleyecek parıltılar arıyorum.
aldatılmışlıklar ve yaşanıp geride kalmışlıkların kirlettiği dünyama; vurabilecek en güçlü güneş için, varlığımı tehlikeye atarak camlarımı siliyorum...
ışıkları kapatmak

Bazen bu kapatışın nedeni, salya sümük ağlamaktan şişmiş narin gözleri saklamaktır iki yanındaki meleklerden.
Bazen kapıyı tıklayacak emri vaki oda misafirinin asılmış suratını seçememesini istemek için kapatmaktır ışıkları.
Bazen kendi elini, kendi tenini, tiksindiğin ya da düşünmekten bezgin düşüp bir daha düşünmemeye karar verdiğin "sen" i görmekten kaçma arzusudur hoyratça.
Bazen utançtır, arsız ışıkta teninin kusurlarının parlamasından kaçmaya araç olarak kullanılan. Beğendiğin sevgilinin seni beğenmeyeceği bir kusur yakalamasından, düşlediğiniz yakınlıktan bir anda soğumasından korkmaktır.
Bazen tüm zevk ve tutkuyu, yüzündeki şehveti saklama, kendini, gizlerini, ateşlerini, korlarını, yangınlarını saklama isteğidir bu kurnazca. Orgazmını, yüzüne kattığı o utandırıcı rahatlamayı, dudakların kuru ve aralık, çektiğin sıcak ve tatlı derin nefesi gizlemeye çalışmaktır.
Ve bazen de odaların değil, gözlerin ışıklarını kapatmaktır bu. Ruhunu kırbaçlayan tüm yaşanmışlıklarına, göğsünü kabartmış en acımasız hançerlere, yenik düştüğün tutku ve arzularına, kaybolmuşluklarına, özlenen güzel günlerinin sadece anılarda tenini acıyla ürpertişine, rutubet kokan duvarlarına ışıklarını kapatmaktır...
sevgiliyi öpmek gıdışından...

futbolcuların beş parasız taraftarı üzerinden trilyonlar kazanması gibi bir sorunumuz var....

ayağı boşta sallanınca nasıl da aldı havayı
aç karınların midelerini unutma umudu olmayı kes rivaldi,
bir topun peşinde koşarken gördün mü ibne olmayı?
bakma öyle donuk donuk, ben de fenerkabuk kanındanım.
ama milyar dolarlara gol atarken, taraftarının var mı cebinde parası?
kornerin de gol olmadı bak orta çektiler ağlarla buluşmadı
sen misin şimdi şu koca gönüllerin ağası?
rivaldi çekil kenara, bir top için sana vermeyelim para.
karnımız aç koca sıçan, yol ver geçelim lokantaya.
sus rivaldi ses yapma, türk milletine de bulaşma.
ülkesi satılmış aç adamlarız biz, kaybetmeyi de kendimize yediremeyiz.
iddaa kuponunu yatırmadan düşünecektin bunları,
görürsek seni çiğ çiğ yer, üzerine afiyet sindiririz.
not: olay, yer ve kişinin gerçek hayatla hiçbir ilgisi olmayıp, yazı bir geyiğin içinde verilen ufacık bir mesajla anlam kazanmaktadır....
14 Ağustos 2008 Perşembe
hiçbir zaman gitmemiş insan

aslında hep gitmiştir de, kimse onun gidişini fark etmemiştir. bunun için de uğraşmamıştır zaten. bir tanınmayan gibi hareket etmiş, derin düşüncelerinin arasında hiç sesini kalabalığa yükseltip dikkat çekmemiştir. yargılayarak hayatı, irdeleyerek göz gezdirmiş, gördüğü derinlikleri anlatmaya kelimeler yetmeyeceğini görmüş, ve yetmeyen kelimeleri boş yere yormamak için hiç propagandaya başvurmamıştır. hep o kadar sessiz, o kadar sakin ve içten tatmıştır ki hayatı, kimse onun gelip gittiğini fark etmemiştir. halbuki o, biraz susup dünyayı tatsa, tüm anlamları çıkarabilecekleri onca bağırtkana acıyarak; bir orda bir burda, hayatın tüm güzelliklerini ve tüm tutkularını sessiz sakin tatmak için dört dolanıyordur etrafta...
ilk defa teşekkür eden biri oldu görüyor musun?..

koklamaya kıyamam benim güzel manolyam

13 Ağustos 2008 Çarşamba
seni sör ilan ediyorum
-seni sensör ilan ediyorum!
+nasıl yani?
-valla ne sen sör, ne ben söyleyeyim.
...
-çok klas bir adamsın sen maykıl.
+sağolunuz...
-bu nedenle seni klasör ilan ediyorum!
+nasıl yani?
-napiym ulan koca krallıkta dosya koyacak klasör kalmadı be!
+...
-merlin iyi ki şu sihirli kılıcı yapmış valla.
9 Ağustos 2008 Cumartesi
"uyuryazar"

Hangi hastanede, ne tür bir hikayeyle hayata açtı gözlerini, ne tür aksiyonlara neden oldu bebekliği boyunca, kuzen çocukları ilk hangi küfrü öğrettiler ona, ilk adımını attığında kimler vardı yanında...
Hangi ağaçlara tırmandı çocukluğu boyunca, hangi meyvelerin ağaçlarına el uzattı gizli saklı, annesine topladığı çiçekler hangi teyzelerin bahçelerindendi, top oynadığı arkadaşlarının içinde bir başka ses tonuyla konuştuğu, gözlerinde kaybolduğu, ağlamasına dayanamayıp tutarsızca bağırdığı, hatta belki dudaklarından öptüğü o ilk aşkı kimdi...
Yaşıtlarının çıkmış sakallarına kaç ay imrendi, güçlenen parmaklarını ilk ne zaman keşfetti, yanlış arkadaşlardan ne zaman vazgeçti, sürekli dışarı çıkmak için annesiyle yaptığı kavgalar içinde en canına dokunan hangisiydi...
Hakkında bilmediğim koca bir dünya var işte ortağımın. Bildiğimden çok bilmediğim, onu buralara getirip konuştuğu cümlelerde, seçtiği yüklemlerde izlerini bırakan duygu dolu anılarıyla kabının şekillendiği, ona efendiliğini bahşeden, kendisini sevdirten, bilmediğim neleri var..
Ama hakkında onu tanıdığım kadarıyla yazılmış bir hikayem olabilirdi, koskoca bir bütünün içinden hayalimin eşliğinde seçilmiş kendime ait, ama onunla ilgili ufacık parçalarım...
Babası işteyken doğum sancısını yerleştirmişti annesinin karnına. Telefonlar ödeme iki gündür geciktiği için kapalı. Komşuya zor yetişti taze anne. Komşunun kapısı önünde, artık kucağına almak için her saniye tutkuyla ıkındığı yavrusunu görmek için heyecanla, dünyanın en soğuk yerlerinden birini, apartmanlarının ışık almayan koridorunu, güneşi yapıp oğlunun güzelliğini, ısıttırdı ağlayışlarıyla.
Anne sevgisi eşliğinde, gülücük ve taze sevgiler getirip onları birbirine bağlarken, ilk "kaka" demeyi öğrendi kuzenleri sayesinde. "baba"dan önce "kaka" derken, "kaka"larla karşılaşınca her zaman "baba" diyemeyeceğini öğrenen güçlü bir evlat olduğunu gösteriyordu belki de.. ve bilinçsizce söylediği bu ayıp kelime, hayatının bilinçli evresinde de yaptığı son ayıp oldu kesinlikle...
İlk adımını tek başına atmıştı beşiğinden sıçrayıp. "kapanlara kısılamam" diyordu asice. Ceylan gibi sekerim diyordu, esarete yenik düşmektense...
Kocaman bahçede, yan komşuların çocuklarıyla top oynayarak vaktini paylaştığı günlerden biriydi yine, kıyamadan baktığına top çarpmış, ağlıyordu hıçkıra hıçkıra. Kesti topu, bir daha onu ağlatmasına izin vermeyeyim diye, öptü başını acıyan yerinden. Sevgisiyle çözdüğü sorunların sadece ilkiydi bu belki de. Gözlerindeki derin manayla yok ettiği acıların sadece ilkiydi. "acımıyor artık, geçti"...
Hatırladığı ilk anneler gününde çiçeklerini kopardığı bahçenin sahibine yakalanmıştı kaçmaya çalışırken. Hiç yemediği kadar büyük bir azar yemiş ağlayarak getirmişti çiçeklerini annesine. Koşmaktan, belki de onları koparan minik çocuğun içindeki kırgınlıktan dalları boyun eğen çiçeklerini, incili gözleriyle annesine verip atlamıştı kollarına. Onu sevenlerin onun için esirgemedikleri onca şeyin değerini anlayarak söylenmişti: "sevmeyenler ne kadar kötü davranabiliyorlar. Bir daha sevdiklerimin yüzünü astırmayacağım."
Kendi halindeydi her zaman. Arkadaşlarının iyiliklerini istediği için yemişti en büyük kazıklarını hep. En büyük iyilikler peşinde ezilmişti safsızlıkların arasında. Hiç kıskanmadan büyüdü arkadaşlarını. Sabırla bekledi sakallarını. Uzamaları için hiç çaba sarf etmeden, beklediğini kendi bile farkına varmaksızın bekledi. Yediği kazıklarla öğrendi dostu arkadaşı, hayatı öğrendiği için bile hiç isyan etmedi. İlk öptüğü kız, sakallarından rahatsız olduğu için bir ay boyunca, sakallarından nefret bile etti. Annesine nefret duydu o bir ay, erkek doğduğu için...
Kendi kişiliğini tam olarak bulan yetişkin bir bey olduğunda, duygu dolu ruhunu yazılarla şenlendirmelere yeltendi. Benimle paylaşmak istediklerini Silifke yoğurdu yediği cafe masalarına yazdı. Yaptığı en büyük yanlış neydi bilmiyorum ama, paylaşımlarını hiçbir zaman buna pişman olmayacağı bir yazarkasaya açtı...
8 Ağustos 2008 Cuma
hayata atmaya çalıştığımız tüm golleri onun bize atması
klozet kapağı

üstteki AltZine'de yayınlanan bir altkapak hikayesiydi. ona gelen okur (ama çok sağlam bir okur ve yazardır) yorumu da bu hikaye kadar güzel olmuştu:
"bu yazıyı okuduktan sonra kapağı kaldırıp doyasıya ederken düşündüm de klozete bile yabancı bir cisim atıp tıkadığımızda kullanılamaz hale geliyor ve etrafı b.k götürüyor. acaba diyorum bu dünyanın içine kaçan yabancı cisimler de biz insanlar mıyız? öyleyse bu dünya bu tıkanıklığı daha ne kadar kaldırır?"
ve bu güzel yoruma hikaye yazarından bir yorum daha gelmişti:
"bu dünya bu tıkanıklığı daha ne kadar kaldırır? sanırım birileri sifonu çektiğinde bu tıkanıklık da çözülecek. nuh tufanı nda olduğu gibi... "
7 Ağustos 2008 Perşembe
tatlı acılar istiyorum

yavaş atan bir yürek. ve arada bir, onun duygusuz heyecanlarla öküz gibi çarpışı. en kötüsü bu öküz çarpışlardan şiddetle bıkmak..
kalbin atışının tadıyla kişinin ne yapacağını bilemediği, yüreğin derinlerden hızlı hızlı ve tatlı çarptığı, ama bedene en hislice ve en yavaş hareketleri yaptırdığı acılar istiyorum. sarılmayı istemek, sarıldıkça yetmemek, kaçmak, kaçtıkça sorumluluğunu hissettiğim başka hayatların hayatıyla genişlemek, yakınlaşmak, yakınlaştıkça terler dökerek bedenimin tatlanışını akıtmak, sevmek, öyle bir acı sevmek ki, sevilmediğini bile bile tüm duygularınla onun tenine karışmaktan pişman olmak...
tatlı acılar istiyorum. hiç bitmesini istemediğim, sevgilinin kucağında ağlayışıyla çaresizlenmek kadar tatlı acılar. kalbin varlığını, tenimin parlaklığını hissettiren acılar... bitmeyen acılarla mutlu oldukça gözlerimin dolarak sevgilerime daha da bağlanmak istiyorum; görünmez bağlar ve tutkularla..
g noktası

fakat bu nokta, aynı zamanda hiçbir önemi olmayan noktadır. partnerin vücudunda daha o kadar dokunmaya değesi, ve sizin için olduğu kadar onun için de erojenik olan o kadar bol nokta var ki, bu sadece bir tanesi. sadece sevin partnerinizi, ve öperek koklayarak dokunarak tüm vücudunu tanıyın sevdiğinizin, o arada hoşuna giden noktaları da birer birer keşfetmenin tadına ve kadınına yeten erkeklik egosunun hissine bakın. ruhunu olduğu kadar bedenini de keşfetmek hoşunuza giderken, bir noktanın telaşında zevkinizden de olmazsınız.
bu noktanın bu kadar önemli olmasının nedeni, orgazma neden olan sıvının salgılandığı bezin hemen üzerini derin bir baskıyla ovuşturmanızla sıvının salgısını artırmanızdır. öperek severek kat kat fazlası yapılabilir, verdiğiniz zevk kadar getirisi de olan...
milletçe çocukları birleştirsek hatim indirmiş kadar oluruz
malumunuz daha çok gelenek ve yıllarca süregelen arapçanın baskısı neticesinde pek çok insanın adı arapça kökenlidir, kuranda yer alan kelimelerdir. insanlarımız önemli kişiler gibi olmasını istedikleri için çocuklarına bu isimleri koymuşlardır. ama bu iş gördüğüm kadarıyla çığrından çıkıyor.
"adı kuranda geçmeyenler mahşer günü sesini duyuramayacak" benzeri sözler duymaktayım bu sıralar nasıl oluyorsa. illa ki kuranda geçecek isim... yahu benim isim öztürkçe, n'olacak yani, ben cehennemlik miyim?
üstelik bunu söyleyen ve dinleyenler o kadar inanıyor ki çocuğuna büdü ismini layık bulan bir kişi tanıyorum. edi'nin kankası büdü değil yanlış anlamayın. kuran'da geçiyor onlara göre büdü. iyyakenabüdü uzun geldiği için ve bu kuran'dan isim zorlamasına bağlandıkları için büdü koyuvermişler.
mehmet, mustafa, mahmut gibi isimleri anlarım, muhammed kökenlidir; anlamı ve yüceliği önemlidir yüreklerde. ayşe'yi anlarım. ama büdü, aleyna gibi isimleri anlamakta zorlanıyorum.
hele hele kuranda adı geçmeyenin cehennemlikmiş gibi aksettirilimesinin insanların tam anlayamadığı dininin sömürülmesi ve türkçenin yozlaştırılması için bir çaba olduğunu düşünmekteyim.
çocuğum olursa ismini sübhaneke koyup kısaca süb diye mi çağrımalıyım? bilemedim.
şu an elim cebimde, cebim delik, elimde ne var... hı?? zampara seniiii ;)

" merhabalar sayın talihli yarışmacımız! bilmem ne fm bilmem ne yarışmasına -o zaman ne salladım hatırlamıyorum- hoş geldiniz! isminizi öğrenebilir miyim? "
(arka efekt olarak arkadaş da saçma sapan bağırmaktadır. en saçmaladığı cümle ise dikkatimi çekmiş olup en büyük fenerbahçe dir. konuyla alakası neyse...)
anneanne cevap verir; ses heyecanlı gelmektedir: "pakize yavrum "
"pakize hanım size üç soru soracağım. üçünü de bilirseniz vestel den 100 ekran tv kazanacaksınız! sorularımıza hazır mısınız? "
"ayy evet evet"
" ilk soru geliyor o zaman: fasulye nerde yetişir pakize hanım? " (arkadaş saçma efektler arasına olmadık ses efektleri de katmaya başlamıştır )
"toprakta!" (dj in amacı son soruya kadar gelebilmek olduğu için verilen cevapları önemsemeden doğru kabul etmektedir. dj, doğru, bildiniz dedikçe arkadan çığlık efektleri gelmektedir.)
"brrravooo bildiniz pakize hanım çok iyi gidiyorsunuz! şimdi ikinci soruya gelelim: türkiye nin yüz ölçümü en büyük şehri hangisidir? "
"istanbul yavrum" (ses heyecanlıdır artık)
"bravvoo pakize hanım! son soruya geldik hazır mısınız bunu da bilirseniz tv sizindir! hazır mısınız? "
"evet yavrum sor sor allah razı olsun. zaten tv bozuldu geçen gün artık iyi göstermiyo kanalları---"" (teyze fırsat bulmuştur dert yakınmak için ama sözde dj sözünü keser: )
"evet pakize hanım. son soru o halde. kazanacaksınız ve tv derdiniz olmayacak bundan sonra: sorunuz geliyor! şu an elim cebimde, cebim delik, elimde ne var?"
teyze hiç şaşırmadan aklına gelen -tabii sizin aklınıza da gelen- cevabı yapıştırır. uzun uğraşlar sonunda teyze doğru yola getirilir, amaç eğlencedir eğlenilmiş istenilen cevap alınmıştır; en son teyzeye anahtarlık dedirtilir. ve adres alınıp konuşma bitirilir.
şakayı açıklamak için anneanneme gittiğimde ise beni okul biter bitmez o tv yi almaya borclu edecek kadar üstüme gelmiştir. evet, şimdiden borçluyumdur.borç yidiğin - o yiğit ben oluyorum tabii:P- kamçısıdır. hehe
çocukken bir şeyler birikir, bir şeyler yitirilirdi hep...

zaman geçtikçe eskisi kadar biriktirilmez olunur pullar ve paralar. bir rafa, bir çekmeceye atılırlar. ve baba çıkıverir birden ortaya, milyarlar eden koleksiyonu çıkarıverir tozlandığı çekmecesinden. tüm emeği habersizce satarken, çocuğuna saygısını da yitirmiş olur aniden. sonra bir ara o çekmece bir açılır, bomboş kutular bulunur gerilerde. para için çalınan emeklerin harap edilişi farkına varılır. yıkık dökük ağlanılan o an, hep gelir hep gözlerin önüne büyüdükçe. benden çaldıkları sadece bunlar olsaydı bari denilir içten içe: sadece parasal şeyler olsaydı keşke....
şeytanla ilk karşılaşma...

+ varlığına inanıyorsan meleklerin cinsiyetsiz olduğunu bilirsin ve bu eylemi nasıl gerçekleştirirsin?
- zihninde sikerim o vakit!
......
-şeytan bey?
+efendim canım?
-şeyy.. tanrıyı nerede bulabilirim acaba?
+niğde'ye...
-tanrı niğde'de mi yaşıyormuş haberimiz yok?!
+ha haaa, geçti bor'un pazarı, sür eşşeği niğde'ye!