22 Ekim 2008 Çarşamba

durmayan blog!

dünyaya güzel bir açıdan bakan, tasarıma, yeniliğe, fikir üretmeye açık çok sevdiğim bir güzide insanın zihin açıcı blogu:

http://stoptheraininginmyhead.blogspot.com/

her gün bir doz almalı derim. benim gibi...

ying yang bozuk para çantası!

geçen gün okulda bir arkadaşta gördüm: ying-yang bozuk para çantası!

ying yang felsefesi malum herkes bilir; her iyiliğin içinde bir kötülük, her kötülüğün içinde bir iyilik vardır. siyah içinde bir beyaz, beyaz içinde bir siyah nokta... işte bunu bir bozuk para çantası çekline çevirmişler.
dikkatimi çeken şey ise para koymak için açacağınız fermuarın siyah bölüm dahilinde olması. yani para kötülük demek, ama içinde bir iyilik de taşımıyor değil.

bunu yapanlar düşünerek mi koydu o fermuarı o tarafa, yoksa bilmeden mi böyle bir şey ortaya çıktı; bilinmez. tek gerçek, para çantasının da onayladığı tek gerçek, para kötüdür:)
***
tabi merakıma yenilip google'da aratmaya başladım bir de. ying yang motifi kullanılan nice ürün var. ama kahvaltı tabağı dikkatimi çeken şey oldu. mesela siyah tarafa kalbe zararlı ama ufak bir faydası olan bir yiyecek mi konulmalı? Ya da tam tersi beyaz olan yere çok faydalı ama ufak bir riskle insanı kötürüm bırakabilecek bir şey mi saklanmalı?
Karar veremedim. İçinden çıkılmaz...

10 Ekim 2008 Cuma

gülten'in "üç maymun"u

komşumuzun tatlı kızı, hanımkızımız gülten:) poz vermeyi, fotoğraf çektirmeyi seviyor. bir sürü fotoğraf çektiriyor, canı sıkılınca "üff bu kadar yeter, ben gidiyorum!" deyip evine gidiveriyor.
ama en güzel yanı sürekli poz verdirmek zorunda olmamanız. hem değişik bir poz veriyor, hem de doğal ve naif görüntüsü hiç bozulmuyor. böylece bir sürü güzel kare çıkıyor.
ama yine de bunu bir denemek istedim. dediklerimi gülten gülerek yaptı ve üç maymun serisi ortaya çıktı. bu da gülten'in "üç maymun"u... güzel ve yalnız ülkesine...

alternatif var mısın yok musun diyalogları -2-

alternatif var mısın yok musun diyalogları biriktikçe birikiyor istemeden. işte benden üç tane yeni diyalog daha:

-75 bin ytl'ye var mısın yok musun?
+varlık içinde yokluk çekiyorum.
-...

---
-şaziye, seni açtırmak istiyorum.
+açtırma kukuyu, söyletme kötüyü!
-yahu kutuyu diyorum...
+kutuna koyarım, eline veririm!
-deli mi ne ya?
+kırmızı hissediyorum acun beeey.

---
-12 bin ytl'ye var mısın yok musun?
+hımm, düşünüyorum...
-öyleyse varsın!
+ama acun...
-varım diyooooor!
(alkışlar)
-(içses)ulan yine ucuz kurtardık bugün de.

(argo, delibozuk yaklaşımlı ikinci diyalog için özür; ama mizahta biraz argo iyi gidiyor be:)

neye göre batı?

toplumsal yapı ve tarihsel dönüşümler adlı derste dönen bir batı muhabbetiyle laf açıldı:
-bizim batımızda diye batı diyoruz ama onlar da kendine batı mı diyor?
+kesin olarak onlar kendilerini batı addeder, hatta "batı paktı" kurulmuştur.

hocanın sözünü bitirmesiyle ben fikrimi paylaştım. bence "batı", "doğu ayrımı biraz da atlasların, dünya haritalarının yerleşim düzeninden kaynaklanıyor. ya da bu çizimlerin temelini yapan bize göre batıdaki adamlar kendilerini "batı" tanımına tamamen oturtmak için böyle bir düzen kurmuşlar, haritada hep batıdalar.

oysa tam tersi de doğru değil mi? bizim batımızda avrupa, avrupanın batısında amerika var. amerikanın batısında da japonya var! İşte bitti, demek ki japonya da göreceli olarak batıda ama haritalarda kocaman iki kıta bu iki devletin arasında.

burada "güneş ilk oradan doğuyor, onun için en doğu japonyadır" demek de doğru bir önerme gibi görünse de şu var: güneşin gördüğü ilk meridyen neden orada belirlendi? uydurulan harita kılıfına bir de kuş kondurup katmerli bir hale getirmiş olmazlar mı?

dünya küresel ve güneş etrafında dönen bir yapı olarak kaldığı sürece... yani köşesi kenarı olmadıkça... ve ispatlanmış gerçeğe göre sürekli batıya doğru yürünürse aynı noktaya gelineceğine göre... doğu neye göre doğu... batı neye göre batı?

(dip not tavsiye: benzer kelimeler, batı bildiğimiz yerle ilgili ayrıntılar... göz ucuyla kapağına bakmalı, derinlemesine okunmalı: Hangi Batı, Attila İlhan)

28 Eylül 2008 Pazar

neyi beklediğini değil, sadece beklediğini bilmek

hayattan ufacık ufacık bir sürü beklenti vardır her zaman. o kadar ufak görünen şeylerdir ki bu dilekler, bu ayrıntıları döşeyecek kelimeler bile bulunamaz çoğu zaman. ya da bulunan tüm kelimeler yetersizlikle sadece komedi oynar dinleyene, o kadar.
ama hayata karşı atılan her içten kahkaha, yolunda gitmiş sürülerce ufak gelişme barındırır bünyesinde. kelimelerle paylaşılamayan o büyük mutluluk da patlayarak aşarken bedenin tutsaklığını, en duygu dolu paylaşıma dönüşür: kahkaha olur.
ama bazen tüm bu ufak beklentiler aksice sırt çevirip giderler ya uzaklara, zamanlar boyu sana el uzatmaları için onca uğraş yıpratır ya umutları acımasızca, yerdeki parkelere daldırır kalırsın gözlerini, ağlamaya dermanı kalmamış gözlerini.. çünkü o ufak beklentiler çıktıkça dudaktan dilden, hava boşluğuna karıştıkça süzüle süzüle, hava kadar boş kalmış sözcüklerle iç içe geçerek anlamlarını kaybederler sadece. ve susmak, susmak ve sadece parkelere bakmak yakışır o an kırılganlığa esir kalmış o hayata.. işte gözler o parkelerde bir sürpriz, bir mucize aramaktadır aslında; yeter ki kalbine bir heyecan, dudağına bir gerilme katabilecek herhangi bir şey bulsun bedenini, ne olursa olsun bulsun yeter ki. ve okşasın ruhunu utanmazca.
işte neyi beklediğini değil, sadece bekliyor olduğunu bilmek, çaresizliğin içinden sana bir el uzatacak her şeye razı her şeye esir olmaktır bir an içerisinde. ve bu durum öyle bir beklentisizliktir ki; ne kadar beklemek istediğini bile bilememektir. öylece oturmak, öylece düşünmek, öylece dört duyuyu dış dünyaya aralayıp tetikte kalmak, ve öylece hareket etmek bile istememektir...

20 Eylül 2008 Cumartesi

sucu çocuk... iki yıl arayla...

mersin'in gitgide yüksek katlı sitelerle kaplanan sahil beldelerinden biri. uzun sahil boydan boya şemsiyeler, şezlonglar, güneşlenen insanlar ve onlara içecek-yiyecek satıp para kazanan belde yerlileriyle dolu.

içecek satanlar o kadar çok ki, site site bölgelere ayrılmışlar, gidip geliyorlar o kısımda. bu nedenle her gün sitesindeki yazlıktan çıkan hep aynı seyyar satıcılarla karşılaşıyor. küçük büyük bir sürü çocuk görüyor insan elinde mavi termoslarla ya da mısır tencereleri ve tuzluklarla.

su satanlardan biri diğerlerinden farklı; "su yalii, kola yaliii" diye bağırıyor. hepimiz merak içinde soruyoruz yanımıza çağırıp "ya bu yali'den bi tane versene çok merak ettik." diyoruz. çocuk "su geldi" dediğini ama kelimenin söyleye söyleye biraz dğeiştiğini söylüyor. sanırım bağırırken "yali" demek daha kolay. gülüyoruz ona, o da bize gülüyor. birer su alıp, bir de fotoğrafını çekip "hayırlı işler" diyoruz. sonraki günler bizim gibi "yali" meraklılarıyla yine karşılaşıyoruz, bu merakın yaptığı reklamla satışlarının arttığını görüyoruz. çocuk keyifli, çocuk mutlu, güzel güzel gülüyor daimi... biz de fotoğrafına bakarak gülüyoruz.

iki sene sonra, bu yaz, yine aynı beldenin aynı yerinde bir evde kalınca merakla yalici çocuk gelir mi diye bekliyoruz. gelmez mi? geçiyor tabi önümüzden yine su satarak. artık "yaliii" demiyor. artık kafasında hasır şapkası yerine normal sıradan bir şapka var. artık eskisi gibi o kadar çok gülümsemiyor. su satan, kendinden büyük abileri gibi şimdi. bu sefer önce fotoğrafını çekip, sonra da konuşuyoruz. tanışıyoruz. adı eray. liseye başlıyormuş bu sene.

büyümek zorlaştırıyor hayatı, yükler artıyor. eray'ın mavi termosu bir boy daha büyümüş, termos öncekinin iki katı yük alıyor artık ama eray o kadar büyümemiş ki. ama şimdi çalışacak ki liseyi okuyabilsin. ama umudunu, gülüşünü kaybetmedikçe, abilerinin yolundan ilerleyip eski tarlalarının üzerine inşa edilen sitelerdeki iki evi kiralayıp onun kazancıyla geçinmeyi seçmedikçe hayatta ilerleyeceğinden eminim.

umarım o da umut eder benim onun hakkında umut ettiğim gibi... umut etmek güzel şey.

16 Eylül 2008 Salı

karamazov kardeşler pide ve kebap salonu

lombak köşesinde fatif solmaz&kamuran süner ikilisinin bu başlık altında bir esprisi olmuş galiba. sözlükte görmüştüm, diyalog şu:
+ abi edebiyattan sonra böyle bir işe girmeleri kötü oldu
- öyle deme nuri çok güzel beyti yapıyorlar.
malum ülkemizde x kardeşler hep pideci olur, kebapçı olur.

madem ki bir kere yola çıkılmış bu noktadan, bir tane de ben ekleyeyim dedim:

-bana tek adana dürüm karamazov.
+buyur hemşerim, 5 ytl.
-yalnız benim param-az-ov.
+o zaman adana ne yok!
-sizin adamlığınız da yaramaz-ov.
+yürü git, adamın asabını bozma be!
-zaten burda bir dakika daha kalamaz-ov.

namık'la pavyon kültürü, ivedik'le tur at!

istanbul'a yolculuğun ilk saati. otobüs tıka basa dolu, hatta basamakta bile oturan var. yaşlı teyzeler, türbanlılar, amcalar, çocuklar, delikanlılar...muavin recep ivedik cd'sini koydu vcd'ye. izlemeye başladı herkes.en edepsiz espriye bile gülüyor yaşlı teyzeler.

şahan diyor "murat koyum da tur at" diye, herkes yaşına bakmadan kahkaha atıyor. ben utanıyorum o esprilere, herkes gülüyor. şahan el hareketleri yapıyor, ben utanıyorum türbanlı ablalar birbirlerine ekranı gösterip gülüyor.hani bizdeki o edep duygu falan filan? ne türbanlısı utanıyor, ne sarıklısı, ne de entel kılıklısı...

biz resmen namıkla başlayan ankara pavyon kültürünün üyeleri olmuşuz. "ne kadar sallarsan salla..."

şikayetim sadece recep ivedik değil yani, git gide kültürümüz laçkalaşıyoruz. Bu neden kaynaklanıyor peki, cahillik mi? araştırılması, incelenmesi gereken bir tez konusu doğrusu...

15 Eylül 2008 Pazartesi

en yalın hali: Mustafa

bir büyük adam ki yıllar boyu onun gösterdiği yolda batılılaşma adına ilerledik. onun çabalarıyla bambaşka bir ülke olduk, geliştik, değiştik, güçlendik.

bir büyük adam ki yeri gelmiş günden güne siyasi çıkarlarda adı kullanılmış, git gide tabulaştırılmaya başlanmış, sözlerinin içeriği örtülüp yüzeyselleştirilmiş maalesef... maalesef...

bir adam ki hep soyadını söyledik, o kadar ki meydanlarda bayrak sallayıp adını söyleyerek marşlar okutturdular çocukken; bize onu anlatacakları yere...

o adam atamız, büyül yol göstericimiz mustafa kemal... atatürk'ü bizim verdiğimiz, kemal'i lise öğretmeninin verdiği mustafa kemal atatürk... ama annesinin gözünde "mustafam"! bir tek annesinin hitap etme biçimi: mustafa! ve belki de en yalın, en saf hali... en bilmediğimiz hali...

can dündar ntv&ko'medya yapım ortalığıyla bu noktadan yola çıkarak atatürk'ü anlatmak için yola çıkmış. mustafa'nın selanikte doğuşunda savaştığı şam, çanakkale gibi cephelere kadar onun geçtiği yollardan geçerek anlatmak istemişler. sonunda ortaya mustafa kemal atatürk'ün hayatını yansıtan bir belgesel film ortaya çıkmış. ama bilindik atatürk filmleri değil; bambaşka bir atatürk. sıcak, naif yüzü... tabuları yıkacak, kafada sabitleşmiş, ders kitaplarıyla öğrenilen aynı klasik hikayelerden çok uzak, atatürk'ün günlüklerinin de yardımıyla gerçekleşen bir içsel anlatımla anlatılmış bir atatürk. gerçek anlamda atatürk'ün mustafa yanını anlatılmış.

animasyon teknikleriyle büyük bir görsel bütünlük sağlanan filmde, müzikleri de goran bregoviç yapmış ve gerçekten bregoviç'in jenerik için hazırladığı müzik etkileyici duruyor.

29 ekim'de 180 gibi önemli bir kopya sayısıyla vizyona girecek film. gidilmeli, sinemada izlenmeli. bir filmle tüm kalıplar yıkılamayacak olsa da yekta kopan'ın gece-gündüz'de bu konuya değinirkenki tanımıyla "kilitli kapıları biraz da olsa açması dileğiyle"

14 Eylül 2008 Pazar

İstanbul Sokakları: 101 yazardan 100 sokak

sokaklar hayatımızın en önemli yerleri. küçükken çocuk bahçemiz orası, seksek çizgileri çizdiğimiz ip atladığımız bir çocuk kompleksi, dört taşla kalesini inşa ettiğimiz bir futbol sahası, kan ter içinde fransa grand prix'ini kazanmak için çaba hararcasına pedal çevirdiğimiz bir bisiklet parkurudur.

bu, sadece çocukluktaki oyun alanı olduğunu göstermez sokakların. bu, çocukluğumuzun, yaşamın o en saf halinin geçtiği yeri gösterir. sokaklar çıkarsız, saf, o altın kalpli çocuğun altın yıllarının geçtiği yerdir.

büyüyünce sokaklar değişir, insanlar değişir, sokak sadece gidiş gelişler için kullanılır hale gelir. sokakların o ritmi unutulur. belki yaşlılıkta gelir sokak muhabbetleri...
ama dünya değiştikçe sokaklar da değişiyor değil mi? kaybetmeden tutmalı, en azından anıları tutmalı. anıların tuttuğu ışıkla sokaklarda geçmişi aramalı!

bunun için YKY'den çıkan kitabı tavsiye ediyorum; "İstanbul Sokakları: 101 Yazardan 100 Sokak" İstanbul'un sokaklarını bir de bu yazarları okuyup onların geçmişini, anlattıklarını, yaşadıklarını takip ederek, yazarların bıraktıkları ipuçlarını aramaya çalışarak gezmeli belki de. O sokaklar kaybolmadan, yazanlar ölmeden, anılar silinmeden... Başucu kitabı yapılası bir kitap İstanbul Sokakları.

Her gece yatmadan önce bir tane okumalı, o sokağın hayalini düşlemeli, rüyalarda oraya uçmalı...

"sokak, gidenle geride kalan arasındaki göbek kordonudur. bu kordonu sadece hayat yolunda çıktığınız zalim caddeler keser."
küçük İskender (kitaptan alıntıdır)


1 Eylül 2008 Pazartesi

insan güçlendikçe yalnızlaşır

küçücüktüm. kocaman bir kalbi nasıl sığdırdığımı anlayamazdım bu bedene. güleryüzüm eksik olmazdı, tek sahip olduğum çevremdeki insanların değerleri nefesleriydi.
büyüdüm. büyümenin tadıyla büyüme aşkı alevlendi yüreğimde. alevlendikçe küçüldü yüreğim. düşüncelerim sadece başarıyla ulaşılan kolaylıklar oldu. anlam dolu tebessümler değilmiş güzel olan, herkesin duyduğu ve imrendiği kahkahalarmış, onu anladım.
büyüyordum hala. adım da benimle büyüyordu. sevgiler küçülüyordu yerini tutkular alıyordu artık. sevgili gitmişti sevgililer gelmişti her gün bir tanesini eskitiyordum. belki de onları eskitmiyordum ben, sadece kendi ruhumu çöplüklerde kirletiyordum.
kocaman oldum. devasa evimin birinden birine ulaşılmayan duvarları arasında dünyayı yaşıyordum. adımı duyurmaktı hayattaki tek amacım, adım yaptıklarım duyulup ben örnek alındıkça kalıcılaşacaktı. unuttum o eskilerde kalmış hayali hatırlayabildiğim tebessümlerimi. kimsecikler kalmamıştı bana ben olduğum için gülümseyecek. zaman ayırmadığım eski dostlar kırık kalplerle ayrılmışlardı yüreğimdeki köşelerinden gizlice. bense yeni görüyordum. ama param vardı, ve param için yanımda olan kahkaha dolu adamlarım. hahhaa yenilmezdim ben. kimse yıkamazdı beni! güçlüydüm, her şeyim vardı.
ama yalnızlık yıktı işte devirdi beni delice. kimsenin yapamadığını "kimsecikler" yaptı! dert anlatacak, tebessüm edecek, okşayacak sevgiler görememezliğin ne acılar armağan ettiğini gördüm. paradan başka dayanacağım bir duvar, bir kale kalmamıştı artık bende.
ve bu yazıyı utanmadan yazdım. çünkü yüreğim yok artık, ben bir hiç oldum.
böyle bir şey işte: güçlendikçe çiğnediklerim arasından, unuttuklarım arasından teker teker silinmekle, utanmaz bir yalnızlık oldum..

eti puf kabının insanı krize sokması


kantinlerde para üstü olmadığı için verilir çoğu zaman. ya da can çekmiştir bir adet eti pufcan.
neyse puf alınır. zaten küçücüktür, tatlı açlığını nasıl doyuracak diye kendine acırcasına kabının suratına bakılır. sonra yandaki kabını açma şeridi yakalanır ve çekilir usulca puf kendini sahibinin ellerine bıraksın diye.
o arada jelatin ikiye ayrılır: bir kısmı kişinin elinde kalır; şeffaf kısmı da pufcan ı himaye altına alır, ona dokunmana izin veremem dercesine.
sinirlenir sahip, tırnağını sokmaya çalışır kabın üzerinde kalan avukat kesilmiş jelatine. sinir kafasına vururken puf kabının plastik kısmı yamulur avuçlarının içinde ve puf ezilir büzülür içinde. bakar ki eve gidene kadar bu manyağı yemek imkansız. zaten canı iki dakika tatlı çekmiştir: ağzından sular akarak pufa göz dikmiş sahip, eve ulaşana kadar gözünü puftan ayırmazcasına tonlarca sinir ve heyecan depolar, kapıyı açtığında da telefon rehberinin yanında gördüğü o ilk kalemi kavrayarak atlar o savunmacı puf jelatininin üzerine! bazen kalemin ucu kırılır; ama bazen ezik büzük olmuş puf, gözler önüne serilir korumasız ve çıplakça. istediğin gibi ye şimdi güzelim, istediğin gibi ye bu kadar nazla başa çıkabilmenin ardından, zafer almışçasına..

22 Ağustos 2008 Cuma

uzayıp giden tren yolları

ki sene kadar önceydi. rayların ayrılık getirdiği "r-ay-rılık hikayesi"ni yazalı kad'ın fotoğrafına. "fotoğrafa yazı" projesine de o ray hikayeleriyle başlamıştık cey dayı ve ben.

ben o hikayede rayların kesişiminden yola çıkmıştım. "bazı yerlerde kesişseler de raylar, ayrılmak zorundadırlar. çünkü trenler tek ray üzerinde gidemez"

daha sonra abdullah yüce'nin bu şarkısını dinledim. "uzayıp giden tren yolları"... bambaşka bir betimlemeyle ayrılık vurgulanmıştı. betimleme farklıydı ama anlattığı şey hikayemle örtüşüyordu. bence bu hikayenin şarkısıydı. zaten hikaye de sadece metinden oluşmuyordu ki, bir de fotoğrafı vardı onunla ilişikte. hepsi aynı ayrılığı yansıtabildiğine göre üçünü bir arada görmenin ne zararı var ki yararından başka?

uzayıp giden o tren yolları
açılıp sarmayan yarin kolları
uğurlar kızları nazlı dulları

açılıp sarmayan yarin kolları
uzayıp giden o tren yolları

bir beyaz mendilin sallanışını
unutmam o gece ağlayaşını
silemem coşkunum gözüm yaşını

açılıp sarmayan yarin kolları
uzayıp giden o tren yolları
(1. fotoğraf: kad ... 2. a. yüce'yi tanıttığı için ümit amca'ya teşekkürler...3. "r-ay-rılık hikayesi"ni daha sonra blogta göreceksiniz. merkalılar ve aceleciler ise mail atabilir.)

düş denizinde dinlenmek... enise teyze... ve kıssadan hisse...

bazen insan yeni şeyler üretemiyor. düşlerinin bulunduğu gemi bir koyda dinlenmek istiyor. o zaman eski anılar, hatıralar, anlatılanlar, yaşanmışlıklar iyice su yüzüne çıkıyor. tekneden bir olta sallayıp onu yukarı çekmek, düşlerle harmanlamak ya da öylece anlatıvermek kalıyor geriye.

öyle anlardan birindeyim. anlatacak çok şey var ama halen ne nasıl anlatılacak, birbirine nasıl bağlanacak ve nasıl bir sonla bitecek; belli değil kafamda. onun için sonuncuyu çalakalem aktarabilirim düşüncesiyle aklıma geldiği gibi yazıyorum. giriş, gelişme, sonuç hak getire...

(...)

o'nunla geçen sene tanışmıştık. Enise Kocaman... bir bayram ziyaretiydi. ablam ve ben gitmiştik o ve oğlunun oturduğu eve. bizi hemen tanımıştı, kimin torunu olduğumuza kadar biliyordu. yaşı 85 olmasına rağmen... derdimiz komşuları olmuştu, onlara bir türlü laf anlatamamıştık. "Bu ikisi evli mi?", "Bu çocuk bu hanımkızımızın mı?", "Haa, nişanlılar mıydı?", "Vaa demek f'nin oğluyla kızı mıydı..." bir türlü abla-kardeş olduğumuzu anlatamamıştık. Olaya hakim enise teyze oğlu bize güzel türk kahvelerinden yaparken her konudan türlü şeyler anlattı. (...) maalesef anlattıkları silikleşmiş, bir türlü hatırlayamıyorum. ama güzel bir sohbetti, güzel kahveydi; çünkü güzel insanlardı hepsi.

Oğluna daha sonra bilgisayar ve internetle ilgili şeyler göstermiştim bu yaz başında. aslında oğlu dediğim babamın okul arkadaşı, ümit amca. ama o herkesin görüşlerine değer veren ve yaşı değil başın içindekini önemseyen biri olduğundan o öğrenci olmuştu ben hocası. internet hocalığı için evlerine her gittiğimde de sıcak bir karşılama vardı. birlikte yemek de yenik enise teyzeyle hep. "benim şekerim var, beni yerime de at çayına" diyordu, dört çaydan az içirmiyordu. babannem gibi zoraki yediriyordu vallahi. "sık sık gel" diyordu. "bak ne güzel oturuyoruz böyle" diyordu.

gönlü geçmeyenlerdendi enise teyze de. ayaklarındaki kireçlenme nedeniyle her ne kadar yürümesi güçlesse de üçüncü kattaki asansörsüz evinden iner, oğlu ümit amca arabayla günlere götürürdü.

hala her şeyi dün gibi hatırlıyordu. böyle geçmişi hatırlayan, gördüğü kişinin dedesine kadar seceresini çıkaran bir onu, bir de babannemi tanıdım. bir kere babannem gördüğü altmış yaşlarınca bir amcanın lakabını söylemesi üzerine "sen şunun oğlu musun" demişti. adam "en küçük oğluyum" deyince de "vaa, sen şunun oğlu memet miydin?" deyip doğru cevabı bulmuştu. zehir gibi bir hafıza. enise teyzedekinin bir örneğiydi bu da. bu yüzden ikisini de videoya kaydetmek istiyordum. onlar anlatsın geçmişimizi, doğduğum yeri, yaşadığımız çevreyi... çünkü ikisi dışında geçmiş anlatabilecek yaşa ve hala kuvvetli bir hafızaya sahip kimse yok çevremde.

bunun için özellikle istiyordum bir kamera bulup bunu gerçekleştirmeyi. ama olmadı maalesef. geç kalmanın, yapmak istediğim işi ertelemenin pişmanlığı var üzerimde. çünkü enise teyze geçen perşembe felç geçirdi, hafta içi yoğun bakıma alındı, 20 ekim çarşamba sabaha karşı hayata gözlerini yumdu.

geç tanısam da çok sevdim enise teyze'yi. allah rahmet eylesin...

(...)

daha çok kendime ait bir şeyler oldu. ama her ailenin, çoğu kişinin böyle yakınları yok mudur? ölünce daha bir kıymete biner, ne kadar az konuşulduğunun farkına varılır. kıssadan hissesi de oldu bu metnin işte... bugünün işini yarına bırakmamak gerek... yaşlıların kıymetini bilmek gerek...

19 Ağustos 2008 Salı

sevgilisi olanlar, muhakkak okuyun..


erkek kişisine öğütler:
- her şeye evet deme, her zamanki gibi aklını kullanmaya devam et.
- kızlar saçma sapan her şeye kırılmaz. kırılacaklar diye sürekli özür dileyip durma. çok sinir bozucu olursunuz.
- nazlara aldanıp geri çekilmeyin her zaman. üstüne gidin azıcık, kızlar severler kendine güvenen erkeği. onu etkilediğinizi bilin isterler.
- adıyla hitap edin arada bir. öyle her zaman aşkım, aşkitom, tatlişim vs.. sevgilinin tatlı yanı olduğu gibi erkekçe hitap eder yanı da olmalı arada bir. adını öyle bir söyleyin ki ondan ateşli ya da romantik bir şeyler isterken, omuzlarını kaldırsın istemsizce yukarıya, ve ruhunu size verdiğini hissederek göğüslerini kabartsın.
- espri yapmaya, sürekli güldürmeye çalışmayın. o zaman palyaço olursunuz. arada geldiğinde çıkan espriler daha kaliteli olacaktır. ayrıca çok sulu olmanın zararı vardır. hiçbir zaman ciddiye alınmamak gibi.
- arada bir emir verir gibi kurun cümleleri. "şimdi şunu yap. hadi uslu ol ve yap." tamam diyecektir engel olmaya çalışmıyorsa kendine, yapacaktır dediğinizi.
- "öyle tanıştık daha birkaç ay bile olmadı. ama kızı eve çağırdım." iyi halt ettin çatlakkk! "bakalım gelecek kadar basit mi" ulan, sen çağıracak kadar basit misin??!! durup dururken neden onun sana "onun bunun eti olmuş bu" gözüyle bakmasına neden olmak istiyorsun? erkek dediğin basit olmamalı, sakince istediğini alırken, her isteyene kendini vermeyen, kişilikli biri olmalı. özel olmak istiyorsan, basit bir mal olmadığını göster ona. kolay elde edilebilir olmadığını, ona kendini kaptırarak ona özel olduğunu anlatabileceğin kadar zor biri ol...

kadın kişisine öğütler:
- ilerde artık bıkıp kabul edemeyeceğin "tamam aşkım, senin istediğin gibi olsun"ları en başından yapmayın. en başından her şeye tamam dersen, onu öyle bir alıştırırsın ki, hem bir daha tarafınızdan hayır denilmeyi kaldıramaz. hem de önceden tamam deyip sonradan reddettiğiniz yasaklar, tatsızlığı olur aşkınızın. en başından delikanlı olmak gerek.
- nazın bokunu çıkarmayın. öyle yaparsanız, zamanı gelip de gerçekten istemediğiniz bir şeyler oluyor olduğunda, söylediğiniz "hayır"ınız, naz sanılır, ısrar baş gösterir. size bir şey olacağından değil, ilişkiniz zede görür.
- sevgilinizle gerçekten güzel ve paylaşımcı bir ilişki içindeyseniz, her şeyinizi paylaşın. hem güç vereniniz olacaktır. hem de erkeğiniz olmanın gururuyla sizi sıkıntılarınızdan kurtarmayı eskisinden daha büyük bir tat görerek, hayatınızın büyük kısmına sizi yerleştirecektir.
- suratına telefon kapatmayın! onlar o kadar kolay anlayamazlar düşündüğünüz incelikleri. sinirlendiğinizde sabırla anlatmayı deneyin. bir kez değil, iki kez değil. her sorunda. tabii aynı sorunun ikinci defa tekrarlanmasından bahsetmiyorum. ama anlatın, hem paylaşımın hem de uzlaşabilmenin aranızdaki ilişkiyi ne kadar gerçekçi ve canlı tutacağına bakın sonra da...
- istediklerinizi yaptıramadığınızda, o kadar sert bir uğraşa rağmen yaptıramadığınızda, size tanrı nın bir lütfu olan tatlı dilinizi, şeker davranışlarınızı kullanın. tatlı omuz hareketlerinizi, olduğunuz yerde şirin hareketlenmeler yapışınızı... ama çemkirmeyin. bağırarak değil. bir cümleyi defalarca kullanarak değil. özneyi yüklemi yerini değiştirip değiştirip kurup, adamın canını sıkarak değil.

iki kişiye de öğütler:
- anılarınızı, konuşmalarınızı arkadaşlara anlatmayın. bu yapılan "özel" hayata "genel" saldırıdır.
- sevgiliyi düşüncenizin noktasına çekmeye çalışmayın. geliyorsa gelsin önünüze zaten. gelmiyorsa yönelmeyi bilin. bazen de en güzeli olur, ikiniz de birbirinize yönelir, ortada buluşursunuz. aşk yarış değil unutmamak gerekir. inatla bir yere gelinmez. hayat paylaşımı uzlaşma gerektirir. anlaşamadığınız noktalarda ayrı ayrı ilerleyip hayatları ayrı ilerleteceğinize, ortada bir noktada buluşmasını bilin.
- birbirinizin sahibi olmaya çalışmayın. birbirinizin olmaya çalışın...

yok oluş


yine oturma odasından sesler yükseliyordu birbirinin içine geçen. canıma tak etmişti her şey karanlık odada yüreği sıkışmış ufacık bir ben için. yürümeye başlamıştım evin uzun koridorunda sessiz ve sakin. oturma odasının kapısının buzlu camından dışarı süzülen ışığa doğru ilerlemeye başlamıştım. Çığlıklar da eklenmeye başlamıştı hırçın seslerin arasına. bense terliğimin fayansta çıkardığı tıkırtıya adapte olmaya çalışıyordum.
yaklaştıkça televizyon girmeye başlıyordu ufak hıçkırık aralarına. Çığlıklar genizden geliyordu, haykırışlar hırslardan akıyordu oturma odasına ve ağlayışlar yüreklerden kopup gelirken benim yüreğimi de koparıyordu pervasızca.
sert, kalın bir ses duyuyordum önce üst komşunun bile duyduğuna emin olduğum. alınan nefes aralarına annemin hıçkırıkları giriyordu güçsüz ve sinmiş. televizyonda magazin programlarının şen müzikleri eşlik ediyordu annemin hıçkırıklarına ve ortamın kanlarına bulanmamı da önlüyordu bu aynı zamanda.
ben yaklaşıyordum ışığa. uzun bir gölge vuruyordu oturma odasından koridora, babamın gölgesiydi bu benden beni aktıran. işığa neden ilerliyor olduğumu bilmiyordum ama ayaklarımda hiçbir tedirginlik yoktu beni durdurmaya çalışan.
tanınmayan bir şakırtı geldi o arada, ve ardını süsleyen genizden kopmuş bir haykırış. hıçkırıklar yoğunlaştıkça koridoru, ben boğuluyordum.
o an ilerlediğim noktaya beslediğim amacı anlamıştım işte. babamın gölgesi, buzlu camdan benim üzerime düşüyordu şimdi, benim gölgem de dış kapının üzerine.
bir haykırış daha koparken açtım o kapıyı, gölgem apartmana uzanan pis yere yapıştı. bir sonsuzluk indi derinliklerime. karanlığın sınırsızlığını gördüm dışarıda. ve içeride ailem dediklerimin yaşattığı karanlığa gömüldüm.
tek bir adım, ve gerisi geldi. buzlu cam çok gerideydi artık. yakın olansa soğuğun kesişiydi karanlık geceyi.
sokakta sadece ayak seslerim ve ben varken söylüyordum bu cümleyi: işte yok oluş bu..
işte yok oluş, bu..
***

16 Ağustos 2008 Cumartesi

kabuk, yürek, soğan, lens, çorum, ordövr, mozaik pasta, menekşe, vapur, dalga

uzun zaman önce czk ile farklı şeyler denemeye başlamış ve çeşitli projeler, kurmaca denemeleri yapmaya başlamıştık. bunlardan biri de "on kelimeye bir hikaye" idi. verilen on kelimeyi, verildiği sırayla on ayrı cümlede kullanarak bir kısa metin yaratma çabasına giriyorduk. bunu aynı kelimelerle aynı anda iki-üç kişi denediğimizden farklı bakış açılarını görüyorduk ve bir zihin oyununa dönüştürmüş oluyorduk bunu. bu bir eğlenceydi.

bu eğlenceyi çok seven ve bağlanan üçüncü kişi yazarkasa oldu. onunla yaptığımız denemelerden biri işte burada:

kelimeler: kabuk, yürek, soğan, lens, çorum, ordövr, mozaik pasta, menekşe, vapur, dalga

uyur yazar'ın hikayesi:
kabuk bağladı artık tüm yaralarım. yüreğimin dışı artık taş gibi kenetli. taze soğanların kuruya dönüşmesi gibi yüreğim kurudu, sustu. o kururken gözlerimden inciler dökülür oldu lenslerime rağmen. çorumlu bir kız demişti oysa: "hayat bir ordövr gibidir, her şeyden tatmalısın. ama aşk o tabakta hiçbir zaman olmayacak mozaik pastadır." dinlemedi; bilemedi yüreğim, bedenim, altları mor menekşeye dönmüş uykusuz gözlerim. kendime uygun bir sakin liman bulamamış vapur gibiyim. dalgalanıp da durulamayan, hep koşmaktan yorulan...

yazarkasa'nın hikayesi: yolda yürüyordum soğuk kışın ortasında kestanemin kabuklarını yan tarafımdaki ırmağa fırlatırken. hiç de çevreyi kirletmezdim önceden, yüreğimin kırıklarını o ırmağa attığımı düşünmezken. kavga ettiğimiz o an geliyordu gözümün önüne; ağlamaktan gözlerimin şiştiğini anlamasın diye acı bir soğan doğrarken. ağlamayı kestiğimden beri lenslerim acıtıyor gözlerimi, belki de sırf kalbimin acısını unutayım diye bilinmez ki. ama sadece onunla bir kez daha konuşabilmek için çorum a geri dönmek istiyorum. o özel günde ona hazırladığım harika yemeğin daha tadına bile bakmadan, daha mumları yakmış ve tariflerini yan tarafımızdaki lokantadan yüksek bir miktar karşılığı zor satın almış olduğum ordövr lerimi özene bezene hazırlayıp masaya daha yeni koymuşken, neydi üzerime atlayışı aniden, neydi onu etkisiz hale getirdiğimde sarfettikleri.. sakin olmasını, neden beni öldürmeye kalkıştığını sakinleştikten sonra anlatmasını isterken, o en sevdiğimin, o sabahları onun için uyandığımın neydi iki gündür bisküvisini kırmaya uğraştığım mozaik pastayı yüzüme fırlatarak evden kaçışı.. geri döndüğümde, ona bunun nedenini sorarken bana karşı dürüst olacak mı, yoksa tekrar öldürmeye ya da kaçmaya mı kalkışacak diye arada kalmış ulaştığım limana bakarken bahçedeki menekşeler umut doldurdu rengarenk çiçekleriyle içime. ve dönmeye karar verdim ilk vapura yanaşarak anadolu yakasına geçmek üzere. yolculuğuma başladığım anda dalgaların şiddetle beni içine almak için çabalarına yükselişlerine yenik düşerek aktım denizin derinliklerine ve geldim işte, o uğruna yaşadığım bile beni öldürmek isterken neden ayakta durmalıydım ki..

15 Ağustos 2008 Cuma

biz büyüdük ve kirlendi dünya

annenin en nefret ettiği, en zor işlerinden biriydi camları silmek. ama pencerelerin şeffaflığı ne derece kusursuz ağırlarsa güneş ışıklarını, o derece parıldardı evin en parlağından en matına, en pahalısından en basitine eşyaları ve duyguları.
eve dolan kusursuz sıcaklıkl
a canlanırdı ruhumuz. dört dolanır, kahkahalar atarken evin içinde; camın önüne koşardık dünyanın genişliğini ve ürperticiliğini çekmek için içimize.
elimizi dokundururduk camlara, ayalarımızı dayayıp öyle dalardık uzaklardaki bilinme
yen genişliklere. keşfedecek mavi, yeşil, beton renklerinin bolluğuyla şehvetlenirdik. kalp atışımız hızlanırdı dünyanın derinliğinde güneşler buldukça.
sonra biri gelirdi içerden. annenin sesiydi bu. yine camlarını kirletmiştin, ona kızmaya gelirdi. güneşin çekici parıltılarını ve eve atılışına kusur katardın parmak izlerini kazıdığın camlarla. çekerdin elini annen bağırınca. dünyanın bilinmemiş yerlerinden, daha hissedilmemiş duygularından, daha içine akmamış tatlarından merakl
arla dolarak, sanki dünyadan elini eteğini çekermiş gibi, çekerdin elini sihirlerinle dolu o camdan.
o camlar tekrar silinirdi büyük zorluklarla sonrasında. kusursuz parıltılarla evi aydınlatmak için bir baş dönmesiyle yere çakılabilme ihtimallerinde, silinirdi o camlar itinalar eşliğinde.
sonra büyüdük. küçüklere, ardında keşfedilesi tatlar olduğunun sihriyle büyülenmiş miniklere; elini çek diye kızan, bizler olduk.
doğru ya; ne gerek vardı küçücük dünyamız evimize, içeri sızan iki kuruş parıltıya lekeler bulaştırmaya! temizlemek için sonra, ne tehlikelere katlanıyorduk..
camın kenarına uğradım bugün o kadar yıldan sonra; belki de dışardaki derinliklere saklı onca acı, onca acımasızlık, onca aldatışı hissederek; evimize o acımasız toprakları okşadıktan sonra uğrayan ışıkları engellemeye çalışıyordum o zamanlar..
şimdi de küçük küçük her karanlığın yüreğimi istila ettiği, ufacık tebessümlerle yaralarımı gizlediğim şu hayatıma, bundan daha zayıf bir parıltı vurursa yaşayamam diye, camlarımı kusursuzca temiz tutuyorum. duvarlarıma bulaşmış acıyla yanaklarımı okşayarak akıp giden her soğuk acının odaya kazıdığı karanlıkları, biraz olsun gizleyecek parıltılar arıyorum.
aldatılmışlıklar ve yaşanıp geride kalmışlıkların kirlettiği dünyama; vurabilecek en güçlü güneş için, varlığımı tehlikeye atarak camlarımı siliyorum...

ışıkları kapatmak

Bazen gönülü yalnızlığa, dinginliğe, huzura çağırıştır ışıkları kapatmak. Gözlerin adapte sorunu yaşayıp 10-20 sn görme duyusuna ara verip, tüm gücünü kafandaki takılmış binbir türlü düşünceye armağan ettiren dizginliğin başlangıcıdır.
Bazen bu kapatışın nedeni, salya sümük ağlamaktan şişmiş narin gözleri saklamaktır iki yanındaki meleklerden.
Bazen kapıyı tıklayacak emri vaki oda misafirinin asılmış suratını seçememesini istemek için kapatmaktır ışıkları.
Bazen kendi elini, kendi tenini, tiksindiğin ya da düşünmekten bezgin düşüp bir daha düşünmemeye karar verdiğin "sen" i görmekten kaçma arzusudur hoyratça.
Bazen utançtır, arsız ışıkta teninin kusurlarının parlamasından kaçmaya araç olarak kullanılan. Beğendiğin sevgilinin seni beğenmeyeceği bir kusur yakalamasından, düşlediğiniz yakınlıktan bir anda soğumasından korkmaktır.
Bazen tüm zevk ve tutkuyu, yüzündeki şehveti saklama, kendini, gizlerini, ateşlerini, korlarını, yangınlarını saklama isteğidir bu kurnazca. Orgazmını, yüzüne kattığı o utandırıcı rahatlamayı, dudakların kuru ve aralık, çektiğin sıcak ve tatlı derin nefesi gizlemeye çalışmaktır.
Ve bazen de odaların değil, gözlerin ışıklarını kapatmaktır bu. Ruhunu kırbaçlayan tüm yaşanmışlıklarına, göğsünü kabartmış en acımasız hançerlere, yenik düştüğün tutku ve arzularına, kaybolmuşluklarına, özlenen güzel günlerinin sadece anılarda tenini acıyla ürpertişine, rutubet kokan duvarlarına ışıklarını kapatmaktır...

sevgiliyi öpmek gıdışından...

bir öpülür. dudakta bir tat bırakır ki bir daha öpülme isteğiyle dudak kabarır. tekrar öpülür, nefesi üzerinden çekip uzaklaşmak gelmez içten. sıcak bir nefes tam gıdışa verilir, bir yenisi sessizce içe çekilir, ve bir daha öpülür... öpülme süreleri de uzar git gide.. "allah ım ne bitmek bilmeyen bir zevktir bu" olur; ama sadece sevilene, sevdiceğe karşıdır bu kadar tatlı oluşu...tatlı sevgiliyi, kokusunu içinize çeke çeke öperken, "acaba tenine kelimelerden daha anlamlı şeyler bıraktığım bu anı o da tadabiliyor mu, benim gibi uçuyor mu o da.." merakıyla gözünüzü hafifçe yukarı kaldırır, sevdiceğin cennet yüzüne bir bakarsınız; sevdiği, sevdiceği olduğunuz sevgiliniz, kapatmış gözleri, kalbine akıttığınız gülleri kokluyor...

futbolcuların beş parasız taraftarı üzerinden trilyonlar kazanması gibi bir sorunumuz var....

mükemmel bir orta yapıldı da rivaldi topu yakalayamadı
ayağı boşta sallanınca nasıl da aldı havayı
aç karınların midelerini unutma umudu olmayı kes rivaldi,
bir topun peşinde koşarken gördün mü ibne olmayı?

bakma öyle donuk donuk, ben de fenerkabuk kanındanım.
ama milyar dolarlara gol atarken, taraftarının var mı cebinde parası?
kornerin de gol olmadı bak orta çektiler ağlarla buluşmadı
sen misin şimdi şu koca gönüllerin ağası?

rivaldi çekil kenara, bir top için sana vermeyelim para.
karnımız aç koca sıçan, yol ver geçelim lokantaya.
sus rivaldi ses yapma, türk milletine de bulaşma.
ülkesi satılmış aç adamlarız biz, kaybetmeyi de kendimize yediremeyiz.
iddaa kuponunu yatırmadan düşünecektin bunları,
görürsek seni çiğ çiğ yer, üzerine afiyet sindiririz.

not: olay, yer ve kişinin gerçek hayatla hiçbir ilgisi olmayıp, yazı bir geyiğin içinde verilen ufacık bir mesajla anlam kazanmaktadır....

14 Ağustos 2008 Perşembe

hiçbir zaman gitmemiş insan

bulunduğu konumda sessizce ikamet eden, suskunluğun arkasında geçirdiği ömürce kalkışını, oturuşunu, gelişini, gidişini, hayallerini, duygularını kimsenin görmediği insandır.

aslında hep gitmiştir de, kimse onun gidişini fark etmemiştir. bunun için de uğraşmamıştır zaten. bir tanınmayan gibi hareket etmiş, derin düşüncelerinin arasında hiç sesini kalabalığa yükseltip dikkat çekmemiştir. yargılayarak hayatı, irdeleyerek göz gezdirmiş, gördüğü derinlikleri anlatmaya kelimeler yetmeyeceğini görmüş, ve yetmeyen kelimeleri boş yere yormamak için hiç propagandaya başvurmamıştır. hep o kadar sessiz, o kadar sakin ve içten tatmıştır ki hayatı, kimse onun gelip gittiğini fark etmemiştir. halbuki o, biraz susup dünyayı tatsa, tüm anlamları çıkarabilecekleri onca bağırtkana acıyarak; bir orda bir burda, hayatın tüm güzelliklerini ve tüm tutkularını sessiz sakin tatmak için dört dolanıyordur etrafta...

ilk defa teşekkür eden biri oldu görüyor musun?..

bu; bir sokak temizlikçisinin kampüsün ortasında duyduğu basit bir iyi dilek olan "kolay gelsin abi" lafından sonra yanındaki işçiye şaşkınlığını dile getiriş cümlesidir. bu şaşkınlık ise; içindeki iyi dilekli yarınları tükenmiş, kendinden başka hiçbir şeyi düşünmeye zamanı kalmadığı bahanesiyle asık suratla yoluna devam ederken, kendi gibiler tarafından her gün bozguna uğratılmaya layık olan insanların işgal ettiği dünyada, içten bir iyi düşünce sonrasında oluşmuş bir trajedidir aslında. günler 24 saat. önceden ne kadar da uzun gelirdi bu saatler insana. şimdi ise kimseye yetmiyor artık 24 saatçikler. teknoloji ilerledikçe, bilim katlandıkça, onları öğrenmeye ayıracağımız zaman artıyor; insanlar bilinçsiz bir hızla çoğaldıkça da karın doyurmak daha da güçleşiyor. bu ikisinin aynı anda olduğu şu dünyada da karın doyurmak için daha çok bilim uğraşı göstermek gerekliliğinin ortaya çıkmasına neden oluyor. işte bu savaşın ortasında, en yakınlar bile gerilerde bırakılıyor. hep beraber, koskoca bir "bir" olarak tüm sıkıntıları haklayabilecekken, diğer herkese güvensizlik dolu bakışlar atarak koca dünya karşısında tek başına ayakta durmaya çalışılıyor. bu esnada ruhları saran kendini kurtarma kanlarının neden olduğu yalnızlık nedeniyle unutulan insanlar ve "insanlık", doyan karınları daha fazlasına, aç kalmışları yersiz davranışlara sürüklüyor. ve bu noktada, kimsede, çektiği her temiz nefeste en büyük paya sahip, karnı aç sokak temizlikçisine "kolay gelsin" diyebileceği ne bir içtenlik, ne de bir görme yeterliliği kalmıyor. ve işte böylece bu en basit iyi dilek, en mucizevi şaşkınlıkları doğuruyor. kaldırımlarda ruhları savaşa aç insanlar yürüyor artık: her an savaş çıkarmaya müsait savaşçılar yürüyor. sen değilsin dünya üzülme: "insanlık" yaşlanıyor..

koklamaya kıyamam benim güzel manolyam

bilinmeyen bir zamanda, bostancı'nın neresi olduğu bilinmeyen bir bölgesinin neresinde olduğu bilinmeyen bir manolya ağacı varmış. bilinmeyen bir şekilde yolu düşmüş Zeki Müren'in oraya, o güzel manolyanın altına. ve orda yine nereden geldiği bilinemeyen ve çok da kestirilemeyen bir duygu yoğunluğuyla bu besteyi yapmış üstad:

Uzun yıllar bekledim..
Hakikat oldu rüya..
Koklamaya kıyamam..
Benim güzel Manolyam..
Nazlı çiçeğimsin sen..
Sevdana dayanamam..

Koklamaya kıyamam..
Benim güzel Manolyam..
Koklamaya doyamam..
Benim güzel Manolyam..
bir süre önce gezi yazısı için yolumuz cihangir cami'ne düştüğünde, o bahçenin avlusunda denizi seyreden manolya görünce anlatmıştı Cey Dayı. saray bahçelerinin vaz geçilmez bitkisi manolya ile Zeki Müren'in hikayesini. Manolya, bir kere koklanabilen bir çiçekmiş. Koklandığı anda nefis kokusunu salıverir ve solarmış hemen. Durum böyle iken nasıl kıyılır o güzel çiçeğe. Zeki Müren de deyivermiş bostancı'daki ağacın altından: "Koklamaya kıyamam, benim güzel manolyam"

Tabi ki üstadın söylediği tek şey "çiçek" değil. O, sevdayı anlatmış yine. Gerektiğinde sevdiğin kişi için, sadece onun iyiliğini gözeterek ve aşkını kalbine gömerek uzak durmayı, durabilmeyi... Belki en zoru bu ama sevda, kendinden önce sevdiğini düşünmek değil midir? Sezen Aksu'nun da dediği gibi "Aşk için ölmeli, aşk o zaman aşk..." mı?
Aşk, üzerinde çok tartışılıp içinden çıkamayacağım bir konu. Ama işte her ne kadar bu bir manolyanın ve bu şarkının hikayesi olsa da, her zaman ki gibi Zeki Müren'in aşk dolu bir şarkısı.

13 Ağustos 2008 Çarşamba

seni sör ilan ediyorum

16. yüzyıl, ingiliz krallıkları, yuvarlak masa ve bunları anlatan filmlerde duyduğumuz artık bizim için klişe olan bir söz. "Seni sör ilan ediyorum." için iki güzel geyik diyalog:

-seni sensör ilan ediyorum!
+nasıl yani?
-valla ne sen sör, ne ben söyleyeyim.
...

-çok klas bir adamsın sen maykıl.
+sağolunuz...
-bu nedenle seni klasör ilan ediyorum!
+nasıl yani?
-napiym ulan koca krallıkta dosya koyacak klasör kalmadı be!
+...
-merlin iyi ki şu sihirli kılıcı yapmış valla.

9 Ağustos 2008 Cumartesi

"uyuryazar"


Hangi hastanede, ne tür bir hikayeyle hayata açtı gözlerini, ne tür aksiyonlara neden oldu bebekliği boyunca, kuzen çocukları ilk hangi küfrü öğrettiler ona, ilk adımını attığında kimler vardı yanında...

Hangi ağaçlara tırmandı çocukluğu boyunca, hangi meyvelerin ağaçlarına el uzattı gizli saklı, annesine topladığı çiçekler hangi teyzelerin bahçelerindendi, top oynadığı arkadaşlarının içinde bir başka ses tonuyla konuştuğu, gözlerinde kaybolduğu, ağlamasına dayanamayıp tutarsızca bağırdığı, hatta belki dudaklarından öptüğü o ilk aşkı kimdi...

Yaşıtlarının çıkmış sakallarına kaç ay imrendi, güçlenen parmaklarını ilk ne zaman keşfetti, yanlış arkadaşlardan ne zaman vazgeçti, sürekli dışarı çıkmak için annesiyle yaptığı kavgalar içinde en canına dokunan hangisiydi...

Hakkında bilmediğim koca bir dünya var işte ortağımın. Bildiğimden çok bilmediğim, onu buralara getirip konuştuğu cümlelerde, seçtiği yüklemlerde izlerini bırakan duygu dolu anılarıyla kabının şekillendiği, ona efendiliğini bahşeden, kendisini sevdirten, bilmediğim neleri var..

Ama hakkında onu tanıdığım kadarıyla yazılmış bir hikayem olabilirdi, koskoca bir bütünün içinden hayalimin eşliğinde seçilmiş kendime ait, ama onunla ilgili ufacık parçalarım...

Babası işteyken doğum sancısını yerleştirmişti annesinin karnına. Telefonlar ödeme iki gündür geciktiği için kapalı. Komşuya zor yetişti taze anne. Komşunun kapısı önünde, artık kucağına almak için her saniye tutkuyla ıkındığı yavrusunu görmek için heyecanla, dünyanın en soğuk yerlerinden birini, apartmanlarının ışık almayan koridorunu, güneşi yapıp oğlunun güzelliğini, ısıttırdı ağlayışlarıyla.

Anne sevgisi eşliğinde, gülücük ve taze sevgiler getirip onları birbirine bağlarken, ilk "kaka" demeyi öğrendi kuzenleri sayesinde. "baba"dan önce "kaka" derken, "kaka"larla karşılaşınca her zaman "baba" diyemeyeceğini öğrenen güçlü bir evlat olduğunu gösteriyordu belki de.. ve bilinçsizce söylediği bu ayıp kelime, hayatının bilinçli evresinde de yaptığı son ayıp oldu kesinlikle...

İlk adımını tek başına atmıştı beşiğinden sıçrayıp. "kapanlara kısılamam" diyordu asice. Ceylan gibi sekerim diyordu, esarete yenik düşmektense...

Kocaman bahçede, yan komşuların çocuklarıyla top oynayarak vaktini paylaştığı günlerden biriydi yine, kıyamadan baktığına top çarpmış, ağlıyordu hıçkıra hıçkıra. Kesti topu, bir daha onu ağlatmasına izin vermeyeyim diye, öptü başını acıyan yerinden. Sevgisiyle çözdüğü sorunların sadece ilkiydi bu belki de. Gözlerindeki derin manayla yok ettiği acıların sadece ilkiydi. "acımıyor artık, geçti"...

Hatırladığı ilk anneler gününde çiçeklerini kopardığı bahçenin sahibine yakalanmıştı kaçmaya çalışırken. Hiç yemediği kadar büyük bir azar yemiş ağlayarak getirmişti çiçeklerini annesine. Koşmaktan, belki de onları koparan minik çocuğun içindeki kırgınlıktan dalları boyun eğen çiçeklerini, incili gözleriyle annesine verip atlamıştı kollarına. Onu sevenlerin onun için esirgemedikleri onca şeyin değerini anlayarak söylenmişti: "sevmeyenler ne kadar kötü davranabiliyorlar. Bir daha sevdiklerimin yüzünü astırmayacağım."

Kendi halindeydi her zaman. Arkadaşlarının iyiliklerini istediği için yemişti en büyük kazıklarını hep. En büyük iyilikler peşinde ezilmişti safsızlıkların arasında. Hiç kıskanmadan büyüdü arkadaşlarını. Sabırla bekledi sakallarını. Uzamaları için hiç çaba sarf etmeden, beklediğini kendi bile farkına varmaksızın bekledi. Yediği kazıklarla öğrendi dostu arkadaşı, hayatı öğrendiği için bile hiç isyan etmedi. İlk öptüğü kız, sakallarından rahatsız olduğu için bir ay boyunca, sakallarından nefret bile etti. Annesine nefret duydu o bir ay, erkek doğduğu için...

Kendi kişiliğini tam olarak bulan yetişkin bir bey olduğunda, duygu dolu ruhunu yazılarla şenlendirmelere yeltendi. Benimle paylaşmak istediklerini Silifke yoğurdu yediği cafe masalarına yazdı. Yaptığı en büyük yanlış neydi bilmiyorum ama, paylaşımlarını hiçbir zaman buna pişman olmayacağı bir yazarkasaya açtı...

8 Ağustos 2008 Cuma

hayata atmaya çalıştığımız tüm golleri onun bize atması

hayatı top yerine koymakla başladı tüm oyunlar. Doğmakla alaya başladık dönek hayatın topluğuyla. Çalımlar attık herkese, en yakınlarımıza bile profesyonel bakışlar attık, yorduk. ayaklarından hayatı aldık daha iyi bir oyuncu olabilmek için. Vicdan sorunu hiç çekmedik; hep profesyoneldik, bununla avunduk maç boyunca. Sorun tek maçımız olmasıydı belki de; bundan başka kazanma seçeneğimiz hiç olmamasıydı. Açlığımız, tokluğumuz, kalitemiz sadece bu maç sayesinde artacak ya da yok olacaktı. Ve savaştık, en yakınlarımıza yakın uzak demeden savaştık. Topu aldık ayaklarımıza ya da alamadık. Bazı zamanlar kaleye çok yanaştık. Ama bu savaşı açanlar olarak; dönekliğini öldürmek yerine onunla oynayarak yakınlarımızı uzak yapıp, böylece yalnız kalmamıza neden olan hayat, kaleye her yanaştığımızda vicdanımıza dokundu acımasız elleriyle, ve onu yenmemiz gerekirken daha kaliteli bir hayat için yok ettiklerimizi göstererek güldü yüzümüze utanmadan. Bizimse gözlerimiz kararmıştı her şeye tek başına sahip olma aşkıyla. Yok ediyorduk değerli şeylerimizin hepsini, bir başkasının yemi olmamak için girdiğimiz bu profesyonel savaşta. Ve her kaleye bu denli yaklaşışta aklımızı alan yalnız bırakılmış gerçeklerin vuruşuyla yüzümüze; gol oluyordu. Ama her vuruşta Biz kaleye hayatı değil; Hayat, bize gol atıyordu.. hayatın kalitesizliğine duyduğumuz nefreti çöpe atarak sevgileri paylaşımlara sunmak yerine, hayatı kabullenip onunla oynayarak canlılık katıyorduk acımasızlıklarına, besliyorduk kör gözlerle; yalnız kalansa yine etrafımızdaki her şeyi yok etmiş bizler oluyorduk. Ve bu oynama devam ettikçe gol yemeye devam edecektik biteviye. Kimsenin bundan haberi yoktu..

klozet kapağı

kapağı kaldır, içine et. zaten bu koca âlem içindeki minicik dünyamızın kapağını kaldırıp içine ede ede dünyamızı bir b.k çukuruna çevirdiler. entrikalar çeviren, para uğruna tüm dostlukları satan insanlar dünyayı bu hale getirenler... oysa senin yaptığın doğal bir ihtiyaç; üstelik dünyayı mahveden o insanlardan bil ki daha temizdir. bu nedenle hiç çekinme; kapağı kaldır, doyasıya et.

üstteki AltZine'de yayınlanan bir altkapak hikayesiydi. ona gelen okur (ama çok sağlam bir okur ve yazardır) yorumu da bu hikaye kadar güzel olmuştu:

"bu yazıyı okuduktan sonra kapağı kaldırıp doyasıya ederken düşündüm de klozete bile yabancı bir cisim atıp tıkadığımızda kullanılamaz hale geliyor ve etrafı b.k götürüyor. acaba diyorum bu dünyanın içine kaçan yabancı cisimler de biz insanlar mıyız? öyleyse bu dünya bu tıkanıklığı daha ne kadar kaldırır?"

ve bu güzel yoruma hikaye yazarından bir yorum daha gelmişti:

"bu dünya bu tıkanıklığı daha ne kadar kaldırır? sanırım birileri sifonu çektiğinde bu tıkanıklık da çözülecek. nuh tufanı nda olduğu gibi... "

7 Ağustos 2008 Perşembe

tatlı acılar istiyorum

bir yakarıştır bu. hayatın anlamsızlığında duygulanacak, akacak, hissedecek şeyler aramaktır.

yavaş atan bir yürek. ve arada bir, onun duygusuz heyecanlarla öküz gibi çarpışı. en kötüsü bu öküz çarpışlardan şiddetle bıkmak..

kalbin atışının tadıyla kişinin ne yapacağını bilemediği, yüreğin derinlerden hızlı hızlı ve tatlı çarptığı, ama bedene en hislice ve en yavaş hareketleri yaptırdığı acılar istiyorum. sarılmayı istemek, sarıldıkça yetmemek, kaçmak, kaçtıkça sorumluluğunu hissettiğim başka hayatların hayatıyla genişlemek, yakınlaşmak, yakınlaştıkça terler dökerek bedenimin tatlanışını akıtmak, sevmek, öyle bir acı sevmek ki, sevilmediğini bile bile tüm duygularınla onun tenine karışmaktan pişman olmak...

tatlı acılar istiyorum. hiç bitmesini istemediğim, sevgilinin kucağında ağlayışıyla çaresizlenmek kadar tatlı acılar. kalbin varlığını, tenimin parlaklığını hissettiren acılar... bitmeyen acılarla mutlu oldukça gözlerimin dolarak sevgilerime daha da bağlanmak istiyorum; görünmez bağlar ve tutkularla..

g noktası

g noktası, kadın vücudundaki birçok erojenik bölgeden sadece bir tanesidir. vajinanın iç-ön duvarında, dokununca yeri pütüründen dolayı hemen anlaşılabilecek, bir bölgedir. bu bölgenin bastırılarak okşanması, kadına "vajinal orgazm" dediğimiz, "klitoris orgazmı"ndan daha şiddetli bir orgazma neden olmaktadır. g noktası, özel olarak hassaslaşmış bir deri tabakası değildir. hemen önünde erkeklerde prostat bezine denk gelen "scene bezi" bulunmaktadır. bu bez, erkektekiyle yaklaşık olarak aynı içeriğe sahip olan, orgazm sıvısı salgılamaktadır. g noktasının baskıyla okşanması, ilk başta idrar gelme hissi uyandırsa da, devam edildiğinde bu bezin uyarılarak orgazm sıvısının salgılanmasını şiddetlendirmeye neden olur.

fakat bu nokta, aynı zamanda hiçbir önemi olmayan noktadır. partnerin vücudunda daha o kadar dokunmaya değesi, ve sizin için olduğu kadar onun için de erojenik olan o kadar bol nokta var ki, bu sadece bir tanesi. sadece sevin partnerinizi, ve öperek koklayarak dokunarak tüm vücudunu tanıyın sevdiğinizin, o arada hoşuna giden noktaları da birer birer keşfetmenin tadına ve kadınına yeten erkeklik egosunun hissine bakın. ruhunu olduğu kadar bedenini de keşfetmek hoşunuza giderken, bir noktanın telaşında zevkinizden de olmazsınız.
bu noktanın bu kadar önemli olmasının nedeni, orgazma neden olan sıvının salgılandığı bezin hemen üzerini derin bir baskıyla ovuşturmanızla sıvının salgısını artırmanızdır. öperek severek kat kat fazlası yapılabilir, verdiğiniz zevk kadar getirisi de olan...

milletçe çocukları birleştirsek hatim indirmiş kadar oluruz

herkes aya giderken güzel ve yalnız ülkem niye yaya gidiyor, bir türlü kavrayamıyorum.

malumunuz daha çok gelenek ve yıllarca süregelen arapçanın baskısı neticesinde pek çok insanın adı arapça kökenlidir, kuranda yer alan kelimelerdir. insanlarımız önemli kişiler gibi olmasını istedikleri için çocuklarına bu isimleri koymuşlardır. ama bu iş gördüğüm kadarıyla çığrından çıkıyor.

"adı kuranda geçmeyenler mahşer günü sesini duyuramayacak" benzeri sözler duymaktayım bu sıralar nasıl oluyorsa. illa ki kuranda geçecek isim... yahu benim isim öztürkçe, n'olacak yani, ben cehennemlik miyim?

üstelik bunu söyleyen ve dinleyenler o kadar inanıyor ki çocuğuna büdü ismini layık bulan bir kişi tanıyorum. edi'nin kankası büdü değil yanlış anlamayın. kuran'da geçiyor onlara göre büdü. iyyakenabüdü uzun geldiği için ve bu kuran'dan isim zorlamasına bağlandıkları için büdü koyuvermişler.

mehmet, mustafa, mahmut gibi isimleri anlarım, muhammed kökenlidir; anlamı ve yüceliği önemlidir yüreklerde. ayşe'yi anlarım. ama büdü, aleyna gibi isimleri anlamakta zorlanıyorum.

hele hele kuranda adı geçmeyenin cehennemlikmiş gibi aksettirilimesinin insanların tam anlayamadığı dininin sömürülmesi ve türkçenin yozlaştırılması için bir çaba olduğunu düşünmekteyim.

çocuğum olursa ismini sübhaneke koyup kısaca süb diye mi çağrımalıyım? bilemedim.

şu an elim cebimde, cebim delik, elimde ne var... hı?? zampara seniiii ;)

bir 1 nisan gününde tatlı, şeker, tombik anneanneme şaka yapma planlarıyla en yakın arkadaşımla anneannemin ev numarasını çevirerek hikayemiz başlar:
" merhabalar sayın talihli yarışmacımız! bilmem ne fm bilmem ne yarışmasına -o zaman ne salladım hatırlamıyorum- hoş geldiniz! isminizi öğrenebilir miyim? "
(arka efekt olarak arkadaş da saçma sapan bağırmaktadır. en saçmaladığı cümle ise dikkatimi çekmiş olup en büyük fenerbahçe dir. konuyla alakası neyse...)
anneanne cevap verir; ses heyecanlı gelmektedir: "pakize yavrum "
"pakize hanım size üç soru soracağım. üçünü de bilirseniz vestel den 100 ekran tv kazanacaksınız! sorularımıza hazır mısınız? "
"ayy evet evet"
" ilk soru geliyor o zaman: fasulye nerde yetişir pakize hanım? " (arkadaş saçma efektler arasına olmadık ses efektleri de katmaya başlamıştır )
"toprakta!" (dj in amacı son soruya kadar gelebilmek olduğu için verilen cevapları önemsemeden doğru kabul etmektedir. dj, doğru, bildiniz dedikçe arkadan çığlık efektleri gelmektedir.)
"brrravooo bildiniz pakize hanım çok iyi gidiyorsunuz! şimdi ikinci soruya gelelim: türkiye nin yüz ölçümü en büyük şehri hangisidir? "
"istanbul yavrum" (ses heyecanlıdır artık)
"bravvoo pakize hanım! son soruya geldik hazır mısınız bunu da bilirseniz tv sizindir! hazır mısınız? "
"evet yavrum sor sor allah razı olsun. zaten tv bozuldu geçen gün artık iyi göstermiyo kanalları---"" (teyze fırsat bulmuştur dert yakınmak için ama sözde dj sözünü keser: )
"evet pakize hanım. son soru o halde. kazanacaksınız ve tv derdiniz olmayacak bundan sonra: sorunuz geliyor! şu an elim cebimde, cebim delik, elimde ne var?"
teyze hiç şaşırmadan aklına gelen -tabii sizin aklınıza da gelen- cevabı yapıştırır. uzun uğraşlar sonunda teyze doğru yola getirilir, amaç eğlencedir eğlenilmiş istenilen cevap alınmıştır; en son teyzeye anahtarlık dedirtilir. ve adres alınıp konuşma bitirilir.
şakayı açıklamak için anneanneme gittiğimde ise beni okul biter bitmez o tv yi almaya borclu edecek kadar üstüme gelmiştir. evet, şimdiden borçluyumdur.borç yidiğin - o yiğit ben oluyorum tabii:P- kamçısıdır. hehe

çocukken bir şeyler birikir, bir şeyler yitirilirdi hep...

bazen bir hevesle başlar çocukken biriktirmeler. bir pul koleksiyonudur belki bu, belki eski para koleksiyonu. eski çocukluk hevesi olanlardan, yabancı ülkelere gidenlerden ne eski ne değişik paralar ve pullar toplanır. değişik ülkelerin 2-3 renkli, değişik köşeli garip yazılı ve şekilli paraları, ya da üçgen-beşgen pulların koleksiyonları. çocuğu memnun etmek için eski koleksiyonlardan ya da farklı ülkelerden armağan edilenlerin karışımı çok değerli kılmaya başlar çocuğun koleksiyonlarını. paralar-pullar dökülür ortalıklara, bakılır, sayılır, kategorilere ayrılır. kuzenlere, arkadaşlara gösterilir. hatta bazen paylaşmayı öğrenmeye yarar bunlar: çok sevilen arkadaşa koleksiyondan değerli bir parça hediye edilir.
zaman geçtikçe eskisi kadar biriktirilmez olunur pullar ve paralar. bir rafa, bir çekmeceye atılırlar. ve baba çıkıverir birden ortaya, milyarlar eden koleksiyonu çıkarıverir tozlandığı çekmecesinden. tüm emeği habersizce satarken, çocuğuna saygısını da yitirmiş olur aniden. sonra bir ara o çekmece bir açılır, bomboş kutular bulunur gerilerde. para için çalınan emeklerin harap edilişi farkına varılır. yıkık dökük ağlanılan o an, hep gelir hep gözlerin önüne büyüdükçe. benden çaldıkları sadece bunlar olsaydı bari denilir içten içe: sadece parasal şeyler olsaydı keşke....

şeytanla ilk karşılaşma...

+ aslında sen yoksun insanların ürettiği bir zihin ürünüsün. burası da(cehennem) insanların zihninde ürettiği bir mekan ve şu an benim düşüncelerimdeyiz.
- senin zihnini sikerim bak!
+ varlığına inanıyorsan meleklerin cinsiyetsiz olduğunu bilirsin ve bu eylemi nasıl gerçekleştirirsin?
- zihninde sikerim o vakit!
......
-şeytan bey?
+efendim canım?
-şeyy.. tanrıyı nerede bulabilirim acaba?
+niğde'ye...
-tanrı niğde'de mi yaşıyormuş haberimiz yok?!
+ha haaa, geçti bor'un pazarı, sür eşşeği niğde'ye!