16 Ağustos 2008 Cumartesi

kabuk, yürek, soğan, lens, çorum, ordövr, mozaik pasta, menekşe, vapur, dalga

uzun zaman önce czk ile farklı şeyler denemeye başlamış ve çeşitli projeler, kurmaca denemeleri yapmaya başlamıştık. bunlardan biri de "on kelimeye bir hikaye" idi. verilen on kelimeyi, verildiği sırayla on ayrı cümlede kullanarak bir kısa metin yaratma çabasına giriyorduk. bunu aynı kelimelerle aynı anda iki-üç kişi denediğimizden farklı bakış açılarını görüyorduk ve bir zihin oyununa dönüştürmüş oluyorduk bunu. bu bir eğlenceydi.

bu eğlenceyi çok seven ve bağlanan üçüncü kişi yazarkasa oldu. onunla yaptığımız denemelerden biri işte burada:

kelimeler: kabuk, yürek, soğan, lens, çorum, ordövr, mozaik pasta, menekşe, vapur, dalga

uyur yazar'ın hikayesi:
kabuk bağladı artık tüm yaralarım. yüreğimin dışı artık taş gibi kenetli. taze soğanların kuruya dönüşmesi gibi yüreğim kurudu, sustu. o kururken gözlerimden inciler dökülür oldu lenslerime rağmen. çorumlu bir kız demişti oysa: "hayat bir ordövr gibidir, her şeyden tatmalısın. ama aşk o tabakta hiçbir zaman olmayacak mozaik pastadır." dinlemedi; bilemedi yüreğim, bedenim, altları mor menekşeye dönmüş uykusuz gözlerim. kendime uygun bir sakin liman bulamamış vapur gibiyim. dalgalanıp da durulamayan, hep koşmaktan yorulan...

yazarkasa'nın hikayesi: yolda yürüyordum soğuk kışın ortasında kestanemin kabuklarını yan tarafımdaki ırmağa fırlatırken. hiç de çevreyi kirletmezdim önceden, yüreğimin kırıklarını o ırmağa attığımı düşünmezken. kavga ettiğimiz o an geliyordu gözümün önüne; ağlamaktan gözlerimin şiştiğini anlamasın diye acı bir soğan doğrarken. ağlamayı kestiğimden beri lenslerim acıtıyor gözlerimi, belki de sırf kalbimin acısını unutayım diye bilinmez ki. ama sadece onunla bir kez daha konuşabilmek için çorum a geri dönmek istiyorum. o özel günde ona hazırladığım harika yemeğin daha tadına bile bakmadan, daha mumları yakmış ve tariflerini yan tarafımızdaki lokantadan yüksek bir miktar karşılığı zor satın almış olduğum ordövr lerimi özene bezene hazırlayıp masaya daha yeni koymuşken, neydi üzerime atlayışı aniden, neydi onu etkisiz hale getirdiğimde sarfettikleri.. sakin olmasını, neden beni öldürmeye kalkıştığını sakinleştikten sonra anlatmasını isterken, o en sevdiğimin, o sabahları onun için uyandığımın neydi iki gündür bisküvisini kırmaya uğraştığım mozaik pastayı yüzüme fırlatarak evden kaçışı.. geri döndüğümde, ona bunun nedenini sorarken bana karşı dürüst olacak mı, yoksa tekrar öldürmeye ya da kaçmaya mı kalkışacak diye arada kalmış ulaştığım limana bakarken bahçedeki menekşeler umut doldurdu rengarenk çiçekleriyle içime. ve dönmeye karar verdim ilk vapura yanaşarak anadolu yakasına geçmek üzere. yolculuğuma başladığım anda dalgaların şiddetle beni içine almak için çabalarına yükselişlerine yenik düşerek aktım denizin derinliklerine ve geldim işte, o uğruna yaşadığım bile beni öldürmek isterken neden ayakta durmalıydım ki..

15 Ağustos 2008 Cuma

biz büyüdük ve kirlendi dünya

annenin en nefret ettiği, en zor işlerinden biriydi camları silmek. ama pencerelerin şeffaflığı ne derece kusursuz ağırlarsa güneş ışıklarını, o derece parıldardı evin en parlağından en matına, en pahalısından en basitine eşyaları ve duyguları.
eve dolan kusursuz sıcaklıkl
a canlanırdı ruhumuz. dört dolanır, kahkahalar atarken evin içinde; camın önüne koşardık dünyanın genişliğini ve ürperticiliğini çekmek için içimize.
elimizi dokundururduk camlara, ayalarımızı dayayıp öyle dalardık uzaklardaki bilinme
yen genişliklere. keşfedecek mavi, yeşil, beton renklerinin bolluğuyla şehvetlenirdik. kalp atışımız hızlanırdı dünyanın derinliğinde güneşler buldukça.
sonra biri gelirdi içerden. annenin sesiydi bu. yine camlarını kirletmiştin, ona kızmaya gelirdi. güneşin çekici parıltılarını ve eve atılışına kusur katardın parmak izlerini kazıdığın camlarla. çekerdin elini annen bağırınca. dünyanın bilinmemiş yerlerinden, daha hissedilmemiş duygularından, daha içine akmamış tatlarından merakl
arla dolarak, sanki dünyadan elini eteğini çekermiş gibi, çekerdin elini sihirlerinle dolu o camdan.
o camlar tekrar silinirdi büyük zorluklarla sonrasında. kusursuz parıltılarla evi aydınlatmak için bir baş dönmesiyle yere çakılabilme ihtimallerinde, silinirdi o camlar itinalar eşliğinde.
sonra büyüdük. küçüklere, ardında keşfedilesi tatlar olduğunun sihriyle büyülenmiş miniklere; elini çek diye kızan, bizler olduk.
doğru ya; ne gerek vardı küçücük dünyamız evimize, içeri sızan iki kuruş parıltıya lekeler bulaştırmaya! temizlemek için sonra, ne tehlikelere katlanıyorduk..
camın kenarına uğradım bugün o kadar yıldan sonra; belki de dışardaki derinliklere saklı onca acı, onca acımasızlık, onca aldatışı hissederek; evimize o acımasız toprakları okşadıktan sonra uğrayan ışıkları engellemeye çalışıyordum o zamanlar..
şimdi de küçük küçük her karanlığın yüreğimi istila ettiği, ufacık tebessümlerle yaralarımı gizlediğim şu hayatıma, bundan daha zayıf bir parıltı vurursa yaşayamam diye, camlarımı kusursuzca temiz tutuyorum. duvarlarıma bulaşmış acıyla yanaklarımı okşayarak akıp giden her soğuk acının odaya kazıdığı karanlıkları, biraz olsun gizleyecek parıltılar arıyorum.
aldatılmışlıklar ve yaşanıp geride kalmışlıkların kirlettiği dünyama; vurabilecek en güçlü güneş için, varlığımı tehlikeye atarak camlarımı siliyorum...

ışıkları kapatmak

Bazen gönülü yalnızlığa, dinginliğe, huzura çağırıştır ışıkları kapatmak. Gözlerin adapte sorunu yaşayıp 10-20 sn görme duyusuna ara verip, tüm gücünü kafandaki takılmış binbir türlü düşünceye armağan ettiren dizginliğin başlangıcıdır.
Bazen bu kapatışın nedeni, salya sümük ağlamaktan şişmiş narin gözleri saklamaktır iki yanındaki meleklerden.
Bazen kapıyı tıklayacak emri vaki oda misafirinin asılmış suratını seçememesini istemek için kapatmaktır ışıkları.
Bazen kendi elini, kendi tenini, tiksindiğin ya da düşünmekten bezgin düşüp bir daha düşünmemeye karar verdiğin "sen" i görmekten kaçma arzusudur hoyratça.
Bazen utançtır, arsız ışıkta teninin kusurlarının parlamasından kaçmaya araç olarak kullanılan. Beğendiğin sevgilinin seni beğenmeyeceği bir kusur yakalamasından, düşlediğiniz yakınlıktan bir anda soğumasından korkmaktır.
Bazen tüm zevk ve tutkuyu, yüzündeki şehveti saklama, kendini, gizlerini, ateşlerini, korlarını, yangınlarını saklama isteğidir bu kurnazca. Orgazmını, yüzüne kattığı o utandırıcı rahatlamayı, dudakların kuru ve aralık, çektiğin sıcak ve tatlı derin nefesi gizlemeye çalışmaktır.
Ve bazen de odaların değil, gözlerin ışıklarını kapatmaktır bu. Ruhunu kırbaçlayan tüm yaşanmışlıklarına, göğsünü kabartmış en acımasız hançerlere, yenik düştüğün tutku ve arzularına, kaybolmuşluklarına, özlenen güzel günlerinin sadece anılarda tenini acıyla ürpertişine, rutubet kokan duvarlarına ışıklarını kapatmaktır...

sevgiliyi öpmek gıdışından...

bir öpülür. dudakta bir tat bırakır ki bir daha öpülme isteğiyle dudak kabarır. tekrar öpülür, nefesi üzerinden çekip uzaklaşmak gelmez içten. sıcak bir nefes tam gıdışa verilir, bir yenisi sessizce içe çekilir, ve bir daha öpülür... öpülme süreleri de uzar git gide.. "allah ım ne bitmek bilmeyen bir zevktir bu" olur; ama sadece sevilene, sevdiceğe karşıdır bu kadar tatlı oluşu...tatlı sevgiliyi, kokusunu içinize çeke çeke öperken, "acaba tenine kelimelerden daha anlamlı şeyler bıraktığım bu anı o da tadabiliyor mu, benim gibi uçuyor mu o da.." merakıyla gözünüzü hafifçe yukarı kaldırır, sevdiceğin cennet yüzüne bir bakarsınız; sevdiği, sevdiceği olduğunuz sevgiliniz, kapatmış gözleri, kalbine akıttığınız gülleri kokluyor...

futbolcuların beş parasız taraftarı üzerinden trilyonlar kazanması gibi bir sorunumuz var....

mükemmel bir orta yapıldı da rivaldi topu yakalayamadı
ayağı boşta sallanınca nasıl da aldı havayı
aç karınların midelerini unutma umudu olmayı kes rivaldi,
bir topun peşinde koşarken gördün mü ibne olmayı?

bakma öyle donuk donuk, ben de fenerkabuk kanındanım.
ama milyar dolarlara gol atarken, taraftarının var mı cebinde parası?
kornerin de gol olmadı bak orta çektiler ağlarla buluşmadı
sen misin şimdi şu koca gönüllerin ağası?

rivaldi çekil kenara, bir top için sana vermeyelim para.
karnımız aç koca sıçan, yol ver geçelim lokantaya.
sus rivaldi ses yapma, türk milletine de bulaşma.
ülkesi satılmış aç adamlarız biz, kaybetmeyi de kendimize yediremeyiz.
iddaa kuponunu yatırmadan düşünecektin bunları,
görürsek seni çiğ çiğ yer, üzerine afiyet sindiririz.

not: olay, yer ve kişinin gerçek hayatla hiçbir ilgisi olmayıp, yazı bir geyiğin içinde verilen ufacık bir mesajla anlam kazanmaktadır....

14 Ağustos 2008 Perşembe

hiçbir zaman gitmemiş insan

bulunduğu konumda sessizce ikamet eden, suskunluğun arkasında geçirdiği ömürce kalkışını, oturuşunu, gelişini, gidişini, hayallerini, duygularını kimsenin görmediği insandır.

aslında hep gitmiştir de, kimse onun gidişini fark etmemiştir. bunun için de uğraşmamıştır zaten. bir tanınmayan gibi hareket etmiş, derin düşüncelerinin arasında hiç sesini kalabalığa yükseltip dikkat çekmemiştir. yargılayarak hayatı, irdeleyerek göz gezdirmiş, gördüğü derinlikleri anlatmaya kelimeler yetmeyeceğini görmüş, ve yetmeyen kelimeleri boş yere yormamak için hiç propagandaya başvurmamıştır. hep o kadar sessiz, o kadar sakin ve içten tatmıştır ki hayatı, kimse onun gelip gittiğini fark etmemiştir. halbuki o, biraz susup dünyayı tatsa, tüm anlamları çıkarabilecekleri onca bağırtkana acıyarak; bir orda bir burda, hayatın tüm güzelliklerini ve tüm tutkularını sessiz sakin tatmak için dört dolanıyordur etrafta...

ilk defa teşekkür eden biri oldu görüyor musun?..

bu; bir sokak temizlikçisinin kampüsün ortasında duyduğu basit bir iyi dilek olan "kolay gelsin abi" lafından sonra yanındaki işçiye şaşkınlığını dile getiriş cümlesidir. bu şaşkınlık ise; içindeki iyi dilekli yarınları tükenmiş, kendinden başka hiçbir şeyi düşünmeye zamanı kalmadığı bahanesiyle asık suratla yoluna devam ederken, kendi gibiler tarafından her gün bozguna uğratılmaya layık olan insanların işgal ettiği dünyada, içten bir iyi düşünce sonrasında oluşmuş bir trajedidir aslında. günler 24 saat. önceden ne kadar da uzun gelirdi bu saatler insana. şimdi ise kimseye yetmiyor artık 24 saatçikler. teknoloji ilerledikçe, bilim katlandıkça, onları öğrenmeye ayıracağımız zaman artıyor; insanlar bilinçsiz bir hızla çoğaldıkça da karın doyurmak daha da güçleşiyor. bu ikisinin aynı anda olduğu şu dünyada da karın doyurmak için daha çok bilim uğraşı göstermek gerekliliğinin ortaya çıkmasına neden oluyor. işte bu savaşın ortasında, en yakınlar bile gerilerde bırakılıyor. hep beraber, koskoca bir "bir" olarak tüm sıkıntıları haklayabilecekken, diğer herkese güvensizlik dolu bakışlar atarak koca dünya karşısında tek başına ayakta durmaya çalışılıyor. bu esnada ruhları saran kendini kurtarma kanlarının neden olduğu yalnızlık nedeniyle unutulan insanlar ve "insanlık", doyan karınları daha fazlasına, aç kalmışları yersiz davranışlara sürüklüyor. ve bu noktada, kimsede, çektiği her temiz nefeste en büyük paya sahip, karnı aç sokak temizlikçisine "kolay gelsin" diyebileceği ne bir içtenlik, ne de bir görme yeterliliği kalmıyor. ve işte böylece bu en basit iyi dilek, en mucizevi şaşkınlıkları doğuruyor. kaldırımlarda ruhları savaşa aç insanlar yürüyor artık: her an savaş çıkarmaya müsait savaşçılar yürüyor. sen değilsin dünya üzülme: "insanlık" yaşlanıyor..

koklamaya kıyamam benim güzel manolyam

bilinmeyen bir zamanda, bostancı'nın neresi olduğu bilinmeyen bir bölgesinin neresinde olduğu bilinmeyen bir manolya ağacı varmış. bilinmeyen bir şekilde yolu düşmüş Zeki Müren'in oraya, o güzel manolyanın altına. ve orda yine nereden geldiği bilinemeyen ve çok da kestirilemeyen bir duygu yoğunluğuyla bu besteyi yapmış üstad:

Uzun yıllar bekledim..
Hakikat oldu rüya..
Koklamaya kıyamam..
Benim güzel Manolyam..
Nazlı çiçeğimsin sen..
Sevdana dayanamam..

Koklamaya kıyamam..
Benim güzel Manolyam..
Koklamaya doyamam..
Benim güzel Manolyam..
bir süre önce gezi yazısı için yolumuz cihangir cami'ne düştüğünde, o bahçenin avlusunda denizi seyreden manolya görünce anlatmıştı Cey Dayı. saray bahçelerinin vaz geçilmez bitkisi manolya ile Zeki Müren'in hikayesini. Manolya, bir kere koklanabilen bir çiçekmiş. Koklandığı anda nefis kokusunu salıverir ve solarmış hemen. Durum böyle iken nasıl kıyılır o güzel çiçeğe. Zeki Müren de deyivermiş bostancı'daki ağacın altından: "Koklamaya kıyamam, benim güzel manolyam"

Tabi ki üstadın söylediği tek şey "çiçek" değil. O, sevdayı anlatmış yine. Gerektiğinde sevdiğin kişi için, sadece onun iyiliğini gözeterek ve aşkını kalbine gömerek uzak durmayı, durabilmeyi... Belki en zoru bu ama sevda, kendinden önce sevdiğini düşünmek değil midir? Sezen Aksu'nun da dediği gibi "Aşk için ölmeli, aşk o zaman aşk..." mı?
Aşk, üzerinde çok tartışılıp içinden çıkamayacağım bir konu. Ama işte her ne kadar bu bir manolyanın ve bu şarkının hikayesi olsa da, her zaman ki gibi Zeki Müren'in aşk dolu bir şarkısı.

13 Ağustos 2008 Çarşamba

seni sör ilan ediyorum

16. yüzyıl, ingiliz krallıkları, yuvarlak masa ve bunları anlatan filmlerde duyduğumuz artık bizim için klişe olan bir söz. "Seni sör ilan ediyorum." için iki güzel geyik diyalog:

-seni sensör ilan ediyorum!
+nasıl yani?
-valla ne sen sör, ne ben söyleyeyim.
...

-çok klas bir adamsın sen maykıl.
+sağolunuz...
-bu nedenle seni klasör ilan ediyorum!
+nasıl yani?
-napiym ulan koca krallıkta dosya koyacak klasör kalmadı be!
+...
-merlin iyi ki şu sihirli kılıcı yapmış valla.