28 Eylül 2008 Pazar

neyi beklediğini değil, sadece beklediğini bilmek

hayattan ufacık ufacık bir sürü beklenti vardır her zaman. o kadar ufak görünen şeylerdir ki bu dilekler, bu ayrıntıları döşeyecek kelimeler bile bulunamaz çoğu zaman. ya da bulunan tüm kelimeler yetersizlikle sadece komedi oynar dinleyene, o kadar.
ama hayata karşı atılan her içten kahkaha, yolunda gitmiş sürülerce ufak gelişme barındırır bünyesinde. kelimelerle paylaşılamayan o büyük mutluluk da patlayarak aşarken bedenin tutsaklığını, en duygu dolu paylaşıma dönüşür: kahkaha olur.
ama bazen tüm bu ufak beklentiler aksice sırt çevirip giderler ya uzaklara, zamanlar boyu sana el uzatmaları için onca uğraş yıpratır ya umutları acımasızca, yerdeki parkelere daldırır kalırsın gözlerini, ağlamaya dermanı kalmamış gözlerini.. çünkü o ufak beklentiler çıktıkça dudaktan dilden, hava boşluğuna karıştıkça süzüle süzüle, hava kadar boş kalmış sözcüklerle iç içe geçerek anlamlarını kaybederler sadece. ve susmak, susmak ve sadece parkelere bakmak yakışır o an kırılganlığa esir kalmış o hayata.. işte gözler o parkelerde bir sürpriz, bir mucize aramaktadır aslında; yeter ki kalbine bir heyecan, dudağına bir gerilme katabilecek herhangi bir şey bulsun bedenini, ne olursa olsun bulsun yeter ki. ve okşasın ruhunu utanmazca.
işte neyi beklediğini değil, sadece bekliyor olduğunu bilmek, çaresizliğin içinden sana bir el uzatacak her şeye razı her şeye esir olmaktır bir an içerisinde. ve bu durum öyle bir beklentisizliktir ki; ne kadar beklemek istediğini bile bilememektir. öylece oturmak, öylece düşünmek, öylece dört duyuyu dış dünyaya aralayıp tetikte kalmak, ve öylece hareket etmek bile istememektir...